Gülseren Budayıcıoğlu’nun eserlerinden
uyarlanan diziler, Türkiye televizyon tarihinde kendine özgü bir alan açtı. Masumlar
Apartmanı,
Kırmızı
Oda, Camdaki
Kız ve Yalı
Çapkını
gibi yapımlar, seyirciyi büyük olaylarla değil, insan ruhunun kırılgan ve çoğu
zaman sessiz alanlarıyla yüzleştirdi. Bu dizilerde travma bağırmaz, patoloji
süslenmez, acı romantize edilmez. Çünkü Budayıcıoğlu’nun mesleki refleksi
nettir: İnsan ruhu dramatik bir sahne değil, çoğu zaman görünmeyen bir yaradır.
Hikâyeler, seyircinin merakını kamçılamak için değil, onu kendi iç dünyasına
yaklaştırmak için anlatılır.
Kral Kaybederse ise bu
külliyat içinde özel bir yerde durur. Çünkü bu kez merkezde “acı çeken” değil,
“acı çektiren” vardır. Psikodinamik açıdan bakıldığında bu önemli bir
kırılmadır. Zira psikoterapide en zor çalışılan yapı, kendini hasta
hissetmeyen, hatta çoğu zaman sorunlu olduğunu inkâr eden narsisistik
örgütlenmedir. Kral Kaybederse, tam olarak bu zor alanı merkezine alır ve
izleyiciyi alışık olmadığı bir konuma yerleştirir: Empati kurmakla rahatsız
olmak arasındaki ince hatta.
Dizi ilk olarak STAR TV ekranlarında
izleyiciyle buluşmuş, ardından Netflix’e taşınarak daha geniş ve heterojen bir
izleyici kitlesiyle temas kurmuştur. Bu geçiş, dizinin yalnızca yerel bir
hikâye olmadığını da görünür kılmıştır. Güç, kontrol, hayranlık ve yalnızlık
dili evrenseldir. Netflix’teki karşılığı, hikâyenin farklı kültürlerden
izleyicilerle de benzer bir duygusal rezonans kurabildiğini göstermiştir.
İzleyici profili değişse de hissedilen gerilim aynıdır; çünkü anlatılan şey bir
coğrafyaya değil, insan doğasına aittir.
Kral Kaybederse aynı
zamanda belirgin bir dönem atmosferi içinde kurgulanmıştır. Mekânlar, kostümler
ve gündelik yaşam detayları belirli bir zaman dilimini işaret ederken, zaman
zaman kullanılan otomobil modelleri, ev içi eşyalar ya da iletişim araçları
–özellikle cep telefonları– kronolojik açıdan küçük tutarsızlıklar
barındırabilir. Ancak dizi bu ayrıntılara takılıp kalmaz. Çünkü burada tarihsel
doğruluk bir sergi nesnesi gibi öne çıkarılmak istenmez. Dönem, bir dekor
değil; karakterlerin ruh hâlini taşıyan bir zemin olarak kullanılır. Anlatının
odağı nesneler değil, insanlardır.
Yönetmen koltuğunda Taylan Biraderler olarak
bilinen Yağmur Taylan ve Durul Taylan’ın yer alması, dizinin psikolojik
derinliğini taşıyan en önemli unsurlardan biridir. İkilinin daha önce de
karakter merkezli, ağır ilerleyen ama duygusal olarak yoğun işlere imza atmış
olması, Kral Kaybederse’nin dilinde de kendini hissettirir. Hikâye
acele ettirilmez; duyguların ortaya çıkması için zamana ihtiyaç duyulduğu
bilinciyle ilerler.
Kenan karakterine hayat veren Halit Ergenç’in
performansı ise dizinin omurgasını oluşturan en güçlü unsurlardan biridir.
Ergenç, gücü dışarıdan parlatan bir erkek figürü inşa etmek yerine, içten içe
çatlayan, kontrol ettikçe daha da gerilen bir yapı çizer. Mimiksiz kalan
yüzler, uzun sessizlikler ve bastırılmış öfke anları, karakterin iç dünyasını
yüksek sesle anlatmadan görünür kılar. Söylenmeyenlerin, söylenenlerden daha
ağır olduğu anlar özellikle uzatılır. Bu da izleyiciyi karakterin zihninde
kalmaya zorlar.
Kamera kullanımı, ışık tercihleri ve sahne
süreleri bu psikolojik anlatımı bilinçli biçimde destekler. Gösterişli
kadrajlardan, dramatik kamera hareketlerinden özellikle kaçınılır. Planlar çoğu
zaman sabittir; yüzlerde kalır, kaçışa izin vermez. Işık sert değildir ama
yumuşak da sayılmaz; tıpkı dizinin duygusal tonu gibi, huzursuz edici bir ara
bölgede durur. Teknik olarak bakıldığında dizi “gösterişli” olmaktan çok
bilinçli biçimde sade tutulmuştur. Çünkü burada esas mesele dekor değil, ruh
hâlidir.
Bu teknik ve anlatısal çerçeve içinde Kral
Kaybederse, bir dizi olmaktan çok bir psikolojik alan açar. İzleyiciye
rahatlatıcı cevaplar sunmaz. “Kim haklı, kim haksız?” gibi kolay sorulara
yaslanmaz. Bunun yerine sorular bırakır. Ve bu sorular dizinin finaliyle
birlikte bitmez; izleyicinin zihninde yaşamaya devam eder. Belki de tam bu
yüzden Kral Kaybederse, izlenip geçilen bir yapım olmaktan çok,
izlendikten sonra insanın içinde kalan bir deneyime dönüşür.
Bir Hikâye
Değil, Bir Durum İzliyoruz
Bazı diziler vardır, izlediğini sanırsın ama
aslında seyredilen şey ekrandaki karakterler değildir. Kral Kaybederse tam
olarak böyle bir yapım. İzleyiciye “ne olacak?” sorusunu sordurmaz; bunun
yerine çok daha rahatsız edici, çok daha kişisel bir soruyu fısıldar: “Bu neden
böyle?” Bu soru yalnızca Kenan’a yönelmez; izleyicinin kendi ilişkilerine,
kendi güç deneyimlerine, kendi suskunluklarına da dokunur. Çünkü bu dizi bir
olay anlatmaz, bir ruh hâlini görünür kılar. Ekranda akan sahnelerden çok,
sahnelerin arasına sinmiş sessizlikler konuşur. Yarım bırakılan cümleler,
uzayan bakışlar, geri çekilen eller… İzleyici fark etmeden bu boşluklardan
içeri sızar ve kendini hikâyenin güvenli kıyısında değil, tam ortasında bulur.
Kral Kaybederse klasik dramatik anlatının
bilinçli biçimde dışına çıkar. Büyük sürprizler, sert dönemeçler, yüksek sesli
yüzleşmeler yoktur. Onun yerine hayatın gerçek ritmi vardır. Küçük ama
biriktikçe yıpratıcı kırılmalar… Uzayan sessizlikler, bakışların eskisi kadar
uzun sürmemesi, bir cümlenin yarım bırakılması, bir açıklamanın artık
yapılmaması… Hayat da çoğu zaman böyle çözülür. Büyük travmalardan çok, küçük
geri çekilmelerle.
Bu tercih sinematografik dilde de kendini
gösterir. Kamera sık sık Kenan’ın yüzünde kalır. Kaçmasına izin vermez.
İzleyiciye konforlu bir mesafe sunmaz. Adeta “bak ve geç” demez; “bak ve dayan”
der. Bu yüzden dizi melodram değildir. Bir seyirlikten çok, psikolojik bir
deneyimdir. İzlerken rahatlamazsın; izledikçe düşünürsün.
Kenan
Kimdir? Güçlü Adam mı, Güçlü Olmak Zorunda Kalan Çocuk mu?
Kenan’ı izlerken izleyicide hayranlık değil,
garip bir gerginlik hissi oluşur. Ortada güçlü bir adam vardır ama bu güç huzur
vermez. Kontrol ettikçe sertleşen, kazandıkça daha huzursuzlaşan bir hâl
vardır. Dizi Kenan’ı karizmatik bir anti-kahraman olarak parlatmaz. Onun
parıltısının altında nasıl yorulduğunu, nasıl sıkıştığını, nasıl nefessiz
kaldığını gösterir.
Burada psikanalitik açıdan temel bir soru
ortaya çıkar: Kenan gerçekten güçlü müdür, yoksa güçlü olmak zorunda mıdır?
Freud’un Haz İlkesinin Ötesinde de söylediği gibi insan davranışlarının
büyük bir kısmı haz arayışından değil, acıdan kaçma çabasından doğar. Kenan’ın
ilişkilerde kurduğu mutlak kontrol de hazdan çok, eski ve tanımlanamayan bir
çaresizliğin telafisidir. Güç, onun için keyif değil; hayatta kalma
stratejisidir.
Narsisizmin
Psikodinamik Zemini: Aynalanmamış Bir Çocukluk
Heinz Kohut’un kendilik psikolojisi Kenan’ı
anlamak için güçlü bir çerçeve sunar. Kohut’a göre narsisistik yapıların
temelinde yeterince aynalanmamış bir çocukluk vardır. Dizide Kenan’ın geçmişine
dair verilen parçalı ipuçları – duygusal olarak mesafeli ebeveynler, sevginin
koşullara bağlanması, başarının onayla eş tutulması – bu çerçeveyle birebir
örtüşür. Kenan sevilmek için “olmak” zorunda kalmamış, başarmak zorunda
kalmıştır.
Bu yüzden yetişkinliğinde sevgiyle değil,
hayranlıkla beslenir. Çünkü sevgi eşitlik ister; hayranlık mesafe. Mesafe
Kenan’ı güvende tutar. Yakınlık arttıkça kaygısı yükselir. Yakınlık, kontrol
edilemeyen bir alandır. Oysa Kenan’ın tüm dünyası kontrol üzerine kuruludur.
Ayna
Kırıldığında: Lacan, Öfke ve Çöküş
Lacan’ın ayna evresi kuramı bu noktada
belirleyici hâle gelir. Lacan’a göre özne kendini ilk kez bir yansımada tanır.
Kenan için bu yansıma kadınların gözleridir. Ancak bu aynaların bir şartı
vardır: Kadın özneleşmeyecek, ayna olarak kalacaktır. Kadın kendi arzusunu
ifade etmeye başladığında, sınır koyduğunda, “ben buradayım” dediğinde ayna
işlevini yitirir.
İşte tam bu noktada Kenan öfkelenir. Ama bu
öfke bir güç gösterisi değildir. Narsisistik yapıda öfke, çöküşün alarmıdır.
Aynanın çatladığını fark eden benlik paniğe kapılır. Çünkü aynasız kalmak,
yoklukla yüzleşmek demektir.
Taht Nasıl
Kurulur? Savunma Mekanizmalarıyla İnşa Edilen Güç
Kenan’ın iktidarı doğal bir liderlikten
değil, yoğun bir savunma örgütlenmesinden beslenir. Anna Freud’un tanımladığı
savunma mekanizmaları dizide neredeyse ders kitabı netliğinde izlenir.
Yansıtma, inkâr ve yansıtmalı özdeşim sürekli devrededir. Kenan kendi
bağımlılık ihtiyacını karşısındaki kadına yükler, sonra onu zayıf ve muhtaç
olmakla suçlar. Kendi taşıyamadığı duyguları kadına hissettirir, ardından bu
duygular üzerinden onu yargılar.
Bion’un kapsayıcı anne işlevi teorisi burada
anlam kazanır. Birey taşamadığı kaygıyı dışarıda tutacak bir yapıya ihtiyaç
duyar. Kenan için bu yapı ilişkidir. Ancak ilişki bir paylaşım alanı değil, bir
duygu boşaltma kabı hâline gelir. Kontrol, kaygıyı düzenlemenin tek yolu olur.
Kadınlar:
Aynalar, Sessiz Uyanışlar ve Kopuş
Kral Kaybederse’nin en güçlü yanlarından
biri, kadın karakterleri edilgen bir mağdur konumunda bırakmamasıdır. Her biri
Kenan’ın iç dünyasını açan birer ayna işlevi görür. Jessica Benjamin’in tanınma
kuramına göre sağlıklı ilişkide iki özne birbirini tanır. Narsisistik ilişkide
ise tanınma tek yönlüdür. Kenan tanınmak ister ama tanımak istemez.
Kadınlar başlangıçta bu dengeyi kabul eder.
Onu idare eder, uyum sağlar, susar. Ancak zamanla kendi arzularını fark etmeye
başlarlar. Bu fark ediş dramatik değildir. Sessizdir. Daha az açıklama, daha
kısa cevaplar, daha net sınırlar… Kadın kendi sesini duyduğunda kralın oyunu
bozulur. Kralın kaybı büyük patlamalarla gelmez. Küçük geri çekilmelerle
başlar.
Kral Neyi
Kaybeder? Gücü Değil, Teması
Kenan aslında sadece gücü kaybetmez. Statüsü,
parası, çevresi değildir aslında kaybettiği. Kaybettiği şey daha zor tarif
edilen bir şeydir: ilişki kurabilme ihtimali. Yakınlık. Gerçek temas. Samimi
bir “ben buradayım” hâli. Lacan’a göre özne eksiklik üzerine kuruludur. Bu
eksikliği kabul edemeyen yapı sürekli ikame nesneler üretir. Kenan’ın kadınları,
başarıları ve gücü bu ikamelerin her biridir. Ama hiçbir ikame eksikliği
doldurmaz.
Bu yüzden kral doymak bilmez. Daha fazlasına
ihtiyaç duyar. Ama dünya yavaş yavaş onun etrafında dönmeyi bırakır. Freud’un
söylediği gibi narsisistik yaralanmanın en büyük tetikleyicisi
önemsizleşmektir. Kenan’ın çöktüğü anlar tam da budur. Artık merkezde değildir.
Hikâye onsuz da akmaktadır.
Final:
İyileşme Değil, Durabilme
Final bu yüzden izleyiciyi huzursuz eder.
Çünkü seyirci cezalandırılmak ister. Rahatlamak ister. Ama dizi bunu yapmaz.
“Herkes iyileşir” demez. “Kimse değişemez” demez. Daha zor bir yerde durur.
İyiliğin bir sonuç değil, bir ihtimal olduğunu söyler.
Kenan’ın finaldeki hâli bir temize çekme
değildir. Bir kefaret sahnesi de değildir. Bu, inkârın çözülmesidir. İlk kez
haklı çıkmaya çalışmayan, ilk kez kaybettiğini kabul eden, ilk kez susan bir
adamın hâlidir. Psikolojik olarak bu bir iyileşme değil, durabilme
kapasitesidir.
Son Söz
Yerine: Kralın İyiliği Değil, Kralın Durması
Kral Kaybederse izleyiciye ahlaki bir ders
vermez. Kötü adamın cezalandırıldığı kolay bir kapanış sunmaz. Onun yerine çok
daha rahatsız edici bir soruyla baş başa bırakır bizi: İnsan her şeyi mahvetmiş
olsa bile bir yerden sonra durabilir mi? Bu soru ahlaki değil, varoluşsal bir
sorudur. Ve cevabı tek değildir.
Belki de dizinin en cesur cümlesi şudur:
Kralın iyiliği değil, kralın durması önemlidir. Bazen insanın yapabileceği en
iyi şey budur. Durmak. Ve artık zarar vermemek. İyilik bazen bir erdem değil,
bir frendir.