Tamamdır, işte bu! hissiyatını bilirsiniz. Daha ne olsun!?... Evreka! Bazen bunu bir filmden
çıktığınızda da yaşarsınız mesela. Veya kendinizi ucundan kıyısından bir sinefil
addediyorsanız yaşamanız olasıdır en azından, diyelim... Büyük olasılıkla
tüyleriniz diken diken olmuş, fal taşı gibi açmaktan gözlerini kurumuş, bir
ihtimal de tokat hatta dayak yemiş gibi çıkarken karanlık salondan dışarı,
hükmü vermiştir aklınız çoktan: Ne ödül varsa toplasın bu film! Diğerlerini
görmeye bile gerek yok..!
Ve fakat
özellikle çanlar meşhur Oscar’lar
için çaldığında, yani senenin o “tam sinema havası” demenin çok sükse yaptığı
Ocak-Şubat aylarında, “diğerlerini görmemek” gibi bir şey söz konusu olamaz.
Sinemasever değilseniz bile, kış kıyamet sokak arşınlamanın yürek istediği o değerli
boş zamanlarda AVM gezmekten yapılacak daha iyi birkaç aktiviteden biridir
sinema; ki siz öyle düşünmüyorsanız bile eş dost arkadaş hatırına kendinizi loş
ışıkta patlamış mısır kovasının içine düşmüş bulmanız fazlasıyla olasıdır.
Benim için bundan
bir tık ötesi sayılır sinema. Özellikle de Oscar arifesinde. Bir
kere, asla "sana Cumartesi kaç uyar?" ya da "Pazar pilatesin var mıydı?”
sürüncemelerine girdiğim görülemez; zira merakımın ikinci üçüncü kişilerin
hatta çoklu grupların keyiflerine kalamayacak kadar kediyi öldüresi vardır. Bu
arada sinemanın, genel kanının aksine çok bireysel bir tüketim veya deneyim
alanı olduğunu da düşünüyorum bir taraftan. “Oh be yanımız boş”
rahatlığıyla ortadaki tekli koltuğa yığılan palto ve çantaları kibarca
kaldırtmak suretiyle reklamların 10. dakikasında salondaki yerimi almak kalp ben!
İşte bugün size
yazmaya niyetlendiğim -ve hala isimlerine bile GELEMEDİĞİM- üç filmin
hikayesi de aşağı yukarı böyle. (Bu arada, çok sevdiğim filmler için aynı
hikaye 2 hatta bazen 3 kez tekrarlanabiliyor da. Velhasıl, bu noktada “azalan
marjinal fayda” kavramından da söz etmeden olmaz; zira hiç bir şeyin
ikincisinin tadı ilkini tutmamaktadır. Aslında her zaman işi tadında bırakmakta
fayda var)
Kendimi bir
parantez daha açarken bulmadan sadede gelmek ahtım olsun şu an itibariyle, zira
bir değil iki değil tam üç filmden bahsetmek niyetindeyim ve
hayatınızdan, o filmleri izlerken harcamanız icap eden süreyle aşık atan bir
zaman çalmak haddime değil. Yine de biraz uzatabilirim, akıl fikir çevrenize
verdiğim rahatsızlıktan dolayı peşinen özür ^.^
Zamanınızı çalan
değil, sizin onun için zamandan çaldığınız şeyler değil midir zaten,
yaşadığınız tüm o zamanları kıymetli kılan? Karanlıkta harcadığınız 2,5-3
saati fersah fersah aşan bir tortu bırakır bazı filmler aklınızda, kalbinizde;
şanslıysanız her ikisinde de. Ve bu tortuyu çok daha kıvamlı ve lezzetli hale
getiren şeylerin başını ise bana sorarsanız “gerçeklik” boyutu çeker.
Bu
nedenle biyografi ve adaptasyonların acizane bir sinema izleyicisi olarak gözümde
apayrı yeri var. Tarih boyunca kurgu gerçekte var olmayan hayatlara
binlerce yıldır var olan belli başlı konular ve çatışmalar üzerinden nefes
vermekte harikalar yaratmıştır. Fakat en etkileyici hikayeler hâlâ gerçek
hayatlardan uyarlananlardan çıkar, bana göre. Kurgu
bir karakterin öncesini ve sonrasını bilme şansımız az veya sınırlıdır ama bugün dünya üzerinde yaşayan belki milyarlarca ölümlünün hayatına -büyük kısmının fark bile etmediği şekilde- elini uzatan Steve Jobs gibi bir adamın hayatından kaç biyografi, belgesel, film çıkar, bana sorarsanız cevabı bilinmeyen
soru...
Yazı devam ediyor...