Gerçekler acıdır, izlemesi tatlı: Steve Jobs, The Big Short, Spotlight

Gerçekler acıdır, izlemesi tatlı: Steve Jobs, The Big Short, Spotlight
Tamamdır, işte bu! hissiyatını bilirsiniz. Daha ne olsun!?...  Evreka! Bazen bunu bir filmden çıktığınızda da yaşarsınız mesela. Veya kendinizi ucundan kıyısından bir sinefil addediyorsanız yaşamanız olasıdır en azından, diyelim... Büyük olasılıkla tüyleriniz diken diken olmuş, fal taşı gibi açmaktan gözlerini kurumuş, bir ihtimal de tokat hatta dayak yemiş gibi çıkarken karanlık salondan dışarı, hükmü vermiştir aklınız çoktan: Ne ödül varsa toplasın bu film! Diğerlerini görmeye bile gerek yok..!

Ve fakat özellikle çanlar meşhur Oscar’lar için çaldığında, yani senenin o “tam sinema havası” demenin çok sükse yaptığı Ocak-Şubat aylarında, “diğerlerini görmemek” gibi bir şey söz konusu olamaz. Sinemasever değilseniz bile, kış kıyamet sokak arşınlamanın yürek istediği o değerli boş zamanlarda AVM gezmekten yapılacak daha iyi birkaç aktiviteden biridir sinema; ki siz öyle düşünmüyorsanız bile eş dost arkadaş hatırına kendinizi loş ışıkta patlamış mısır kovasının içine düşmüş bulmanız fazlasıyla olasıdır.

Benim için bundan bir tık ötesi sayılır sinema. Özellikle de Oscar arifesinde. Bir kere, asla "sana Cumartesi kaç uyar?" ya da "Pazar pilatesin var mıydı?” sürüncemelerine girdiğim görülemez; zira merakımın ikinci üçüncü kişilerin hatta çoklu grupların keyiflerine kalamayacak kadar kediyi öldüresi vardır. Bu arada sinemanın, genel kanının aksine çok bireysel bir tüketim veya deneyim alanı olduğunu da düşünüyorum bir taraftan. “Oh be yanımız boş” rahatlığıyla ortadaki tekli koltuğa yığılan palto ve çantaları kibarca kaldırtmak suretiyle reklamların 10. dakikasında salondaki yerimi almak kalp ben!
 
İşte bugün size yazmaya niyetlendiğim -ve hala isimlerine bile GELEMEDİĞİM- üç filmin hikayesi de aşağı yukarı böyle. (Bu arada, çok sevdiğim filmler için aynı hikaye 2 hatta bazen 3 kez tekrarlanabiliyor da. Velhasıl, bu noktada “azalan marjinal fayda” kavramından da söz etmeden olmaz; zira hiç bir şeyin ikincisinin tadı ilkini tutmamaktadır. Aslında her zaman işi tadında bırakmakta fayda var)

Kendimi bir parantez daha açarken bulmadan sadede gelmek ahtım olsun şu an itibariyle, zira bir değil iki değil tam üç filmden bahsetmek niyetindeyim ve hayatınızdan, o filmleri izlerken harcamanız icap eden süreyle aşık atan bir zaman çalmak haddime değil. Yine de biraz uzatabilirim, akıl fikir çevrenize verdiğim rahatsızlıktan dolayı peşinen özür ^.^
Zamanınızı çalan değil, sizin onun için zamandan çaldığınız şeyler değil midir zaten, yaşadığınız tüm o zamanları kıymetli kılan? Karanlıkta harcadığınız 2,5-3 saati fersah fersah aşan bir tortu bırakır bazı filmler aklınızda, kalbinizde; şanslıysanız her ikisinde de. Ve bu tortuyu çok daha kıvamlı ve lezzetli hale getiren şeylerin başını ise bana sorarsanız “gerçeklik” boyutu çeker.

Bu nedenle biyografi ve adaptasyonların acizane bir sinema izleyicisi olarak gözümde apayrı yeri var. Tarih boyunca kurgu gerçekte var olmayan hayatlara binlerce yıldır var olan belli başlı konular ve çatışmalar üzerinden nefes vermekte harikalar yaratmıştır. Fakat en etkileyici hikayeler hâlâ gerçek hayatlardan uyarlananlardan çıkar, bana göre.  Kurgu bir karakterin öncesini ve sonrasını bilme şansımız az veya sınırlıdır ama bugün dünya üzerinde yaşayan belki milyarlarca ölümlünün hayatına -büyük kısmının fark bile etmediği şekilde- elini uzatan Steve Jobs gibi bir adamın hayatından kaç biyografi, belgesel, film çıkar, bana sorarsanız cevabı bilinmeyen soru...


Yazı devam ediyor...
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER