Yaklaşık 8-9 sene önce gazetecilik okumaya karar vermiştim.
Ne hayaller, ne hayaller… Üniversiteye başladım ve günler geçtikçe hayallerimin
birer birer yıkıldığını gördüm. Sonra rotamı biraz değiştirdim. Şimdi
bulunduğum yerde, dijital dünyanın içinde çok mutluyum. Ama bazı zamanlarda sorarım
kendime, “Özgür bir ortamda gazetecilik yapmış olsam neler olurdu?” diye. Sanırsın, birbirinden fersah fersah uzak işler yapıyorum. Duygusala bağlayasım geldiyse demek... Neyse.
Gazeteci olmak, gazetecilik yapmak… Spotlight’ı izlerken
kendi kendime çok konuştum. Belki laf kalabalığı, belki duygusal bir dışa vurum;
bilemedim. Spotlight’ın bana kişisel olarak da dokunduğunu inkar edemem.
Spotlight’ın yönetmeni Tom McCarthy, senaryoyu da Josh Singer ile beraber kaleme alıyor. Michael
Keaton, Mark Ruffalo, Rachel McAdams, Liev Schreiber, John Slattery, Stanley
Tucc gibi isimleri bir araya getiren Spotlight, 6 dalda Oscar adayı.
The Boston Globe gazetesinde editör olarak işe başlayan
Marty Baron, pedofili bir rahiple ilgili gördüğü haberin üzerine gidilmesini
ister. Bunun üzerine gazetenin araştırmacı haber ekibi "Spotlight", olayın
üzerine gidip araştırmayı derinleştirdikçe meselenin bir rahibin cinsel
istismarından daha büyük olduğunu görür. Olay sadece Katolik kilisesinin üst
düzey yetkililerini değil, devlet kurumlarındaki önemli kişileri de kapsamaktadır.
Okuyucularının büyük bir kısmı Katolik olan The Boston Globe gazetesinin ele
aldığı bu meselede halkın kiliseye ve dine bağlılığını zedeleyeceği düşüncesiyle
çeşitli engellemelere maruz kalsalar da, Spotlight ekibi bu noktada kararlı
tavrını sürdürür ve bir araştırmacı gazetecilik başarısı göstererek olayı tüm
detaylarıyla haberleştirir.
Üniversitede sevdiğim bir hocamın masası hep kağıt yığılı olurdu. Kağıtları gördükçe onu andım. Spotlight, konusu bakımından oldukça değerli bir yapım.
“Gazetecilik nasıl yapılır/nasıl yapılmaz?” sorusunu ders niteliğinde
cevaplıyor. Aslında “Bir filmi -iyi-
olarak değerlendirebilmek için sadece konusu yeter mi?” sorusu
Spotlight
hakkındaki tartışmaların da ana kaynağı. Peki, bence yeter mi?
Spotlight’la ilgili kesin bir şey söyleyemediğimi fark ettim.
Spotlight, bana dokundu ama bana yetmedi. Aslında bu sene bana tam olarak dokunan bir film
yok sanırım. En yakın bulduğum
The Revenant ama o da kalbimi küt küt attırmadı.
Oysa geçen yıl
Whiplash,
The Grand Budapest Hotel ve
Birdman’e hayran
kalmıştım.
Senaryosuyla, yönetmenliğiyle, oyunculuğuyla bir bütün olan
filmler nasıl keyif veriyorsa birinden biri eksikse alacağımız keyif de eksiliyor.
Hatta bazen elde keyif namına bir şey kalmıyor. Bu noktadan bakınca Spotlight,
yönetmen sinemasına da göz kırpsa çok çok daha seveceğim bir film olabilirmiş. Bence bu noktada eksik
kalmış. Fakat bu durum elbette ki, Spotlight’ı kötü kılmıyor.
Önce sevdiğim taraflarından başlayalım istiyorum. Spotlight,
çok cesur. Bunu çok değerli buluyorum, gerçekleri aktarırken kullandığı dili değerli
bulduğum gibi. Ben senaryonun derinleşmeden ilerlemesini, yani bu net anlatımı sevdim.
Ortada ciddi anlamda travmatik, dehşet verici bir mesele var. Ve bu mesele gazetecilik
üzerinden anlatılıyorsa, senaryoda sadelik iyidir. Bu noktada senaryo dilinin,
meselenin önüne geçmemesi güzeldi. Nitekim ben görkemli olma halini başka
yerlerde arıyorum.
Ama konu karakterlere gelince senaryoyla aramda soğuk
rüzgarlar esecek gibi oluyor. Bana bir hikaye anlatılırken, hikayenin
kahramanlarını anlamak isterim. Onları anlayayım ki, yaşadıklarına anlam
verebileyim. Biraz özel hayatlarını, biraz geçmişlerini eşelemek isterim.
Mesafeli olmayalım, bağ kuralım isterim. Bu noktada Spotlight, bana yetmedi. Üzgünüm
ama ben kalbi atan, nefes alan gazeteciler değil de fotoğraf çeken, haber yazan
makineler izliyormuşum gibi hissettim. O soğuk duruşun da bilinçli bir tercih olduğunun farkındayım ama dedim ya bana dokunmadı.
Yazı devam ediyor...