İnsanın insanla kavga etmesine alıştık artık, zaten tarihin
savaşlarla yazıldığını da biliyoruz. Peki ya insanın en iyi dostu? İnsan onunla
da kavga edebilecek kadar vefasız mı?
Isle of Dogs
filmiyle Wes Anderson insanı, insan
olmayanla ilişkisi üzerinden ele alıyor. Avcı toplayıcılardan bu yana insanın
yanında olan, insanla mutualist (iki tarafın da çıkar sağladığı) bir ilişki
içerisinde olan köpeklerin, insanlarla yan yana değil karşı karşıya geldiği bir
durumu, bir savaş halini konusu yapıyor. Bütün bu süreçte iktidar
mekanizmasının insanı nasıl yönlendirebildiğini, toplumsal hayatta bu mekanizma
karşısında insanın koyundan hiçbir farkı olmadığının altını çiziyor. Bununla da
kalmayan Anderson, Japon kültürü
geleneklerine bağlı efsanevi nitelikteki hikayesiyle kendini farklı bir yere
koyuyor.
Film, daha önce de köpeklerle tatsız bir geçmişi olan Kobayashi
ailesinin bir varisi olan başkanın köpeklerden intikam alma arayışıyla
başlıyor. Elindeki büyük gücü, iktidarı kullanan Kobayashi, köpekleri çöplük
olarak kullanılan bir adaya sürgüne gönderiyor. Ancak 12 yaşındaki yeğeni Atari
Kobayashi’nin tepeden inme emrine karşı koyuyor, köpeğini bulmak üzere adaya
gidiyor. Aslında Atari’nin köpeği Spots’ı bulma hikayesi olarak
özetleyebileceğimiz film buna karşın gerek köpeklerin bir türden ziyade Japon
olmayan bir ırkı hatta bir sınıfı temsil etmesi, gerek Japon kültüründe yeri
olan ve geleneksel kahramanlık kalıbıyla uyuşma gösteren gerekse de hikayeyi
farklı bir dilden, farklı bir perspektifle anlatmasıyla derinlik kazanıyor.
(soldan sağa) Chief, King, Atari, Boss,Rex ve Duke
Bir stop-motion olan Isle
of Dogs, ilk bakışta perdeyi kullanımıyla dikkat çekiyor. Perdenin her
köşesini kullanan ve büyük perdede ön sıralardan izlemeyi yorucu bir deneyim
kılan film bunun yanı sıra Anderson’ın
imzası haline gelen, bir türlü vazgeçemediği ve izleyiciyi detaylara
odaklamakta kullandığı yakın plan çekimleri ve yine detayları ortaya koyduğu,
karenin ana öğesinin bütünlük içinde arka plana gerilediği sahneleriyle
izleyiciye bir animasyondan, hele ki bir stop-motion’dan beklemeyeceği bir
şölen sunuyor. Animasyon ile gerçek arasındaki çizginin birçok kez kaybolduğu filmin
hikayesi ise her ne kadar fantastik olursa olsun gerçekçilikten pek de
uzaklaşmıyor, aksine gerçeğe farklı bir perspektiften yaklaşma imkanı tanıyor.
Zira birbiriyle çatışma halinde olan iki ırkın, iki sınıfın hikayesi olmaktan
ayrılıp, iktidarın korkutucu boyutlardaki gücünü ezilen değil mağdur üzerinden
aktarıyor. İnsanlar yerine köpeklerin konuştuğu, bizlerin de kendimizi
köpeklerle özdeşleştirdiğimiz Isle of
Dogs göndermeleri, detayları, satır aralarında saklı olmasına rağmen
kolayca görünen ve farklı yönlere kapı aralayan tanımlamalarıyla derinlik
kazanıyor.
Seslendirme kadrosunda Bryan
Cranston, Edward Norton, Bill Murray, Greta Gerwig, Liev Schreiber, Jeff Goldblum,
Scarlett Johansson, Tilda Swinton, F. Murray Abraham, Harvey Keitel gibi
isimlerin olduğu Isle of Dogs
filmi/animasyonu Atari’nin yolculuğunu ikinci plana atıp hem “stray” (Sürüden ayrılmış hayvan) hem de “astray” (Doğru yoldan sapmış) bir köpeğin değişimini ve bu
değişimi sağlayan çevresel koşulları öne çıkarmayı tercih ediyor, bu bağlamda
da farklı bir yolculuk hikayesi aktarıyor. Her tarafı mizahla dolu Isle of Dogs ile başlayan Berlin Film
Festivali umarım böyle devam eder.