Şimdi başa dönelim: Neden ‘polisiye’ demekten
imtina ettik de, ısrarla ‘drama’ dedik
The
Shield için? Bu sorunun cevabını Yaşar Kemal seneler önce Üç Anadolu
Efsanesindeki
Köroğlunun Meydana Çıkışı
hikâyesinde bıçak gibi vermiş işte: Ruşen Alinin babası Seyis ‘
the sensei’ Yusuf, ışık sızmayacak
şekilde karartılmış bir tavlada üç şahane at yetiştirir, lâkin içlerinden biri
arızalı çıkar; iğne gözü kadar yerden ışık sızmış, atın sağrısına düşmüş,
güzelim atı heder etmiş, sulak tarlada saatlerce test sürüşü yaptıkları atın toynaklarından
birinin ucuna çamur bulaşmıştır.
Bütün senseiler gibi Shawn Ryan da The Shielddaki
karakterlerini ışık sızmaz tavlalarda yetiştirmiş, on üçer bölümlük yedi sezon
boyunca, o kadar alengirli iş içinde debelenirken bile çizmelerine vasatlık
çamurunu bulaştırmamış, varoluş sebepleri hilâfına bir eyleme kalkışmalarına
zinhar izin vermemiş, ve fakat güçlerini sınamak için etraflarındaki çemberi
her bölüm ince ince işleyerek daraltmış, neticede, seyircisini, damağında
şahane bir tad ve doyamamışlık hissiyle masadan kaldırmayı bilmiştir.
Böyle sağlam karakterleriniz varsa, mekânınız
karakol değil de mezbaha olsa ne yazar? Sokaktan suçlu ayıklatmak yerine sedirde
pirinç ayıklatsanız kaç yazar? Polisiye yerine drama deme hususundaki lüzumsuz
ısrarımızın sebebi budur.
“IMDb bile
‘Crime, Drama, Thriller’ diye kategorize etmişken, yeri geldiğinde sit-comlar
bile drama sınıfına sokuluyorken, sana ne oluyor hemşîre?!” diyeceksiniz
biliyorum. Bir sürü sebebi var elbet, ama en naivini söyleyeyim: benim gibi
polisiye/suç draması sevmeyenleri –şaka gibi biliyorum, ama değil, hakikaten
sevmem– “vallahi de bildiğiniz suç
hikâyelerinden/polis dizilerinden değil bu iş” diyebilmek, âhir ömürlerinde
doğru düzgün bir işle tanıştırmak, yazacaklarsa yazdıklarından daha iyisini
yazmaları, seyredeceklerse seyrettiklerinden daha iyisini talep etmeleri için..
Yoksa Shawn Ryan babam değil oğlum
değil.
Less is more/Azsa çoktur
Senaryoyu överken, David Mamet dahil toplam 30 yönetmenin elinden geçmiş olmasına
rağmen görsel anlatım tutarlılığını korumayı bilmiş rejiyi ve her biri
birbirinden lezzetli pişirilmiş oyunculukları es geçmek, mikro düzeyde vatana
ihanetle eş değer olacaktır; olmasın. Robert Browningin The Faultless Painter şiirinden miras “Less is more / Azsa çoktur” lâfını şiar edinmiş, sete kamera cambazlığı
yapmak için değil hikâye anlatmak için geldiğinin bilincinde, varlığını ve
oradalığını seyirciye unutturmak için elinden geleni yapan bir reji üslubunun [oyuncusunun
ağzından çıkan buharla kameranın objektifini buğulayıp “sen aslında bu adamın
mücadelesine bizzat şahit olduğunu sanıyorsun ama bak benim kameram burada, o
olmasa senin tanıklığın mahkemede delil bile saylmaz” diyerek seyirciyi filmin
sahiciliğinden kopartan yönetmenlerin aksine] işin hakîkiliğine yaptığı katkıyı
anlamak için, dizinin tek ve herhangi bir bölümünü izlemek yeter.
Oyunculuklara
gelince: İyi oyunculuk için genel geçer kriter, oyuncunun hayat verdiği karakterin,
dünyanın herhangi bir yerinde yaşadığına, bir yerlerde birinin onun gibi
konuşup onun gibi davrandığına seyirciyi inandırabilmektir derler. The Shieldda bu kriteri sağlamayan tek
bir karakter olmadığına yazının şu satırına kadar sizi inandıramadıysam, RaniniTv sörvırında bayağı gereksiz yer kaplamışım demektir.
Hacı, gözlükler de tamam? Niye tutturamadık ki biz
bu işi?
The
Shield bu kadar sağlam bir işken, birkaç sene evvel Show Tvde görücüye çıkan uyarlaması Karakol –senaryosu, rejisi, oyunculuğu, prodüksiyonu
yer yer aslından da iyi olduğu halde– neden beğendiremedi kendini bizim seyirciye
diye soracak olursanız da, cevabını, elbet bir gün üşenmeyip yazılacak ‘Uyarlama vs Yuvarlama’ konulu başka bir
yazının ‘Sürat Felakettir’ bölümünde
bulabilme ihtimaliniz olduğunu söyleyerek bu bahsi kapatalım.
Sekiz sene sonra, başka bir bitmiş dizinin tanıtım
yazısında görüşmek üzere.