Ne zaman bir şeyden kaçsak, başka bir şeye doğru koşarız.
Michael Balint
Öncelikle yazıya, her zaman incelikli hassasiyet gösterdikleri ATA’mızla başlamak istiyorum. Yargı ekibi, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü hiçbir zaman unutmuyor ve unutturmuyorlar. 10 Kasım Atatürk’ü anma gününe yaklaştığımız şu günlerde yine gönlümüze kırmızı karanfiller dağıttılar. Bu yüce düşünceleri, duyarlılıkları ve cesaretlerinden dolayı Sema Ergenekon ve Ali Bilgin aracılığıyla tüm Yargı emekçilerini gönülden tebrik ederim. İzleyiciye yine muazzam duygular hissettiren bir sahne sundular. Fark ettiniz mi? Sadece benim gözüme ilişmediğini düşünüyorum. Yargı’da Atatürk’ü anma sahnesi çekilirken kötü olarak adlandırdığımız Yekta, Rafet Amir gibi karakterlere yer verilmemişti. Bölüme dahil olan yeni karakterimiz Başmüfettiş Turgut Ali dahi varken ikisinin bulunmaması şık olmuş. Bir anlamı var mı? Bilinçli olarak mı yapıldı? Yoksa öyle mi denk geldi? Bilemiyorum, fakat iki kötü ruhun sahneye tesir etmediğine memnun oldum.

Bu sahneye ilişkin küçük bir detay eleştirisi de yapmak isterim. Resmî kurumlarda özel gün, bayram veya anma törenleri mutlaka yapılır. Anlatmak istediğim şu; karakterlerimiz ve diğer oyuncular siren sesini duyar duymaz hazır ola geçip, saygı duruşu yaptılar. Buraya kadar tamam. Hepimiz aynı özeni gösteriyoruz. Ama, bilhassa 10 Kasım’larda kurumda bulunan Atatürk büstü, heykeli veya toplanma alanına gidilir. Burada toplu bir şekilde 1 dakikalık saygı duruşunda bulunulur. Ses düzeneği varsa İstiklâl Marşı da okunur. Şimdiye kadar yer aldığım ve çalıştığım resmî kurumlarda sistem bu şekilde ilerledi. Yani siren sesini duyunca hazır ol komutuna geçip saygı duruşunda hiç bulunmadım. Her 10 Kasım’da tören alanında Atatürk’ün ölüm yıl dönümünü anmışımdır. Örneğin üniversite bünyesinde öğretim üyeleri cübbelerini giyerek törene dahil olurlar. Diğer kurum ve kuruluşlarda ya da adliye, emniyet gibi yerlerde bu ne şekilde cereyan eder? Emin değilim. Ama, benzer uygulamayı hâkim ve savcıların da yaptığını düşünmekteyim. Bu küçük detayın senaryoya destek veren danışmanlara sorulmasını isterdim. Senaryo geçen bölüm üç defa revize alabiliyorsa bu detay için de revize edilmeliydi, diye düşünüyorum. Bilirsiniz ki şeytan ayrıntıda gizlidir. Yine de bizlere duygusu yüksek bir sahne sundukları için çok çok teşekkür ederim. Her zaman gururumuzu şahlandırdılar. Ayaklarına taş değmesin.

Aslında daha sonra bahsedecektim, fakat hazır şeytan demişken konuya girmekte sakınca görmüyorum. Kimden bahsedeceğimi anlamış olmalısınız. Yargı’da Yekta’dan başka şam şeytanı yok. Hangi taşı kaldırsak altından mutlaka Yekta çıkıyor. Bu defa yemedi, içmedi ve üşenmedi taaaa Ankaralara kadar gitti. Sayesinde nur topu gibi yeni bir karakterimiz daha oldu. Karaktere gelmeden önce, Ankara’ya gitme meselesini ele almak istiyorum. Ankara’da sahne çektikleri mekânlara çok fazla takılmak istemiyorum. Nedeni de oralara fazla girersem çıkamayacağımdandır. Ankara’yı biraz olsun bilenveya bir şekilde bulunmuş olan herkes; Ulus Meydanı’ndaki Zafer Anıtı ile Sıhhiye’deki Ankara Adliyesi mesafesinin az olduğunu biliyor. Kaldı ki Sema Ergenekon, Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya mezunu. Ankara’yı avucunun içi gibi biliyor. O nedenle fazla söylenmeyeceğim. Gerek yok çünkü. Tahminimce Hâkim ve Savcılar Kurulu binasının dışarıdan çekimi için bile izin alamadılar. Bu tarz resmî kurumların izin prosedürleri biraz pürçekli oluyor. O nedenle ellerini kollarını sallayarak “Biz geldik. Hadi, çekilim.” diyemezler. Konuyu fazla deşmek istemiyorum. Sadece Ankara sahnelerini izlerken Anıtkabir’i de çekmelerini düşledim. Kesitler arasına koyabilirlerdi. Hatta sahne sonrasında Ezgi’ye (@dizigiller1) de bu düşüncemden bahsettim. Ama, bölüm sonuna doğru Atatürk’ü andıkları sahneye gelindiğinde neden Anıtkabir’in görüntülerine yer vermediklerini kendimce anlamaya çalıştım. Birkaç satır önce dediğim gibi Atatürk’ü kötü ruhlu karakterler ile anmak istememişlerdir, diye düşünüyorum. Eğer öyleyse ince bir davranış olmuş.

Söze teessüflerimi göndererek başlıyorum. Yurdaer Okur’un Yargı’ya konuk oyuncu olarak dahil olduğunu Twitter’da Televizyon Dünyası’nın (@TvDunyasii) haberi ile öğrendik. Sağ olsun, Yargı hakkındaki ilk gelişmeleri sayesinde öğreniyoruz. Keşke Ay Yapım, o hesaba bir, iki gün evvelsinden bu haberi paslaşaymış. En azından şokumuzu atlatırdık. Bu şekilde oyuncuya ve onu severek takip eden izleyicilere ön hazırlık olurdu. Acaba sürpriz olsun diye mi tercih ettiler? Eğer öyle düşündülerse o zaman sahnesi gelince öğrenseydik daha iyi olmaz mıydı? Hiç olmazsa çanak çömlek patlamazdı. Üzgünüm, bu defa haberi geç girdiniz.

Bu kadar çok kendisinden bahsetmişken, karakterine değinmeden geçmek istemiyorum. Baştan söyleyeyim Karadayı’daki performansına aşina değilim. Savcı Turgut’u izlemediğim için kıyas yorumuna hiç girişmeyeceğim. Yargı Melekleri, bu karakter ile Savcı Turgut Akın’dan Başmüfettiş Turgut Ali Duymaz’a selam göndermiş olmalı. Aldık efendim. Selamlar bizden! Yurdaer Okur’un sahnelerini izlerken bir an Yargı’yı hatmettiğini düşündüm. Başmüfettiş Turgut Ali biraz Pars Seçkin biraz da Ilgaz Kaya karışımı olmuş. Tuvaletten çıktığında ellerini kolonya ile dezenfekte etmesi, ceketini giymesi, lokumu yeme şekli, kahveye olan hassasiyeti ve hatta bitkileri sulaması ile dikkati üzerinde topladı. Sahnesinin ilk dakikasında Başmüfettiş Turgut Ali Bey yeterince karikatürize olmuştu. Tüm bu ifade ettiklerimden dolayı Yurdaer Okur’un dersine iyi çalıştığını düşünüyorum. Savcı Turgut’la teşrik – i mesaileri epey yoğundu. Geçen sezon ATV’de yayımlanan Hakim dizindeki Azem Demirkıran rolü ile de ısınma turlarına geçmişti. Hâliyle başmüfettiş rolü için senaristler tarafından biçilmez kaftan oldu. Fikrimce plastik malzeme olarak da başmüfettiş rolüne doğru tercih olmuş. Benim tek korkum yer yer Savcı Turgut’u, Başmüfettiş Turgut Ali’de görecek olmak. Bu benim açımdan sorun değil. Zamanında Savcı Turgut’u izlememiştim. Umarım Turgut zehirlenmesi yaşamadan birkaç bölümde atlatmış oluruz.

Yekta’ya artık diyecek sözlerim tükendi. Adam tam bir şaklaban. Siciline bakmadan, büyük bir yüzsüzlükle HSK’ya gelebilecek cesareti var. O da yetmiyor. Pars’ı, Ilgaz’ı ve Eren’i şikâyet etmelere doyamıyor. Yalnız Ankara’nın ayazı fena ısırır. Alışık olmayan insanı çarpar. Öyle İstanbul’daki gibi karşısında gayriciddi bir ortam da yok. Şehrin ciddiyeti yüksek memurlarına kadar işlemiş. Her adımı zamanla ölçülüyor. Şikâyetlerini dile getirirken yorumlarını katmayı da ihmal etmiyor. Hevesli yorumlarından da anlayacağımız üzere Burak’ın ölmesi gayet de işine geldi. Belki hesaplarında Burak’ın ölmesi yoktu. Ilgaz’ın, Burak’ı vurması sonucunda kan kaybından ölmesi işleri umduğundan daha fazla hızlandırdı. Torununun acısıyla kavrulan Haluk’u artık planlarına dahil edebilirdi. Gecikmedi de. Küçük bir kışkırtma sonucunda Haluk’un kıvama gelmesiyle birlikte sahne perdelerini Yekta Tilmen’e açtı.

Fotoğrafı bilhassa bu hafta da koymak istedim. Yekta anlam veremediğim bir şekilde ifade sırasında ayağa kalkmış ve kitaplığa yaklaşarak bakmıştı. Alelade bir bakış değildi. Yekta bir yere yoğunlaşmışsa daha fazla şüpheye düşmemiz gerekiyordu. Nitekim bu bölüm, başmüfettiş ile konuşma esnasında niyetini açık etti. Meğer Ilgaz’ın kitaplığındaki anatomi kitaplarına gözünü dikmiş. Boşuna şam şeytanı demiyorum. Adam her bir ayrıntıyı Yargı Çetesi’nin aleyhine kullanıyor. Burak’ın ölümü de ekmeğine yağ sürmüş oldu. Tüm bu olanları Turgut Ali’ye anlatırken ağzının suyunun aktığına yemin edebilirim, ama ekranda görmedim. Adam sanki pirüpak. Ağzından köpükler çıkararak (artık nasıl bir iştahsa) “Yargı Çetesi” diyor. Turgut Ali de Yekta’nın siciline bakmaksızın onu adam yerine koyup, dinliyor. Delireceğim!