Sekiz sene önce final yapan, muhtemelen artık
kimsenin hatırlamadığı bir dizi için tanıtım yazısı yazılır mı? Aradan o kadar sene
geçtiği hâlde etkisi halâ üzerindeyse, birileri bir sohbette “şu dizi ne
şahaneydi yahu” dediğinde, sen de her seferinde “ya, bir de The Shield vardı” diyorsan halâ, yazılır.
Bu epeyce geç kalmış yazının yazılma sebebi budur; bir de Ranini hanımefendiye
verdiğim söz.
Gelelim meseleye: Sene 2002. FX kanalı kendi
dizisini yapmaya karar verdiğinde, adaylar arasından
Shawn Ryanın, o senelerde Los Angeles Emniyeti’ni sarsan
Rampart skandalından sonra “
Tony Soprano polis olsa, nasıl olurdu acaba”
fikrinden yola çıkarak yarattığı,
The
Shieldda karar kılmış. İyi de yapmış; bu kararla,
Golden Globeundan
Emmysine
toplam 51 kez hemen her dalda aday olup, ikisi
Globe olmak üzere ödüllerden 15ini alıp götüren şahane bir drama
çıkmış ortaya.
Niye ‘polisiye’ değil de ısrarla ‘drama’ diyorum? Bu
diziyi ‘polisiye drama’ ‘suç draması’ kategorisine
‘indirgemek’ haksızlık olur da ondan. Evet, kahramanlarımız polis, evet ana
mekân kiliseden bozma bir karakol -ki, şahane ironidir-, evet işlenen olaylar
polisiye olaylar, amma ve lâkin, seyrettiğimiz ‘şey’, janrından bağımsız,
etiyle kemiğiyle tam bir drama. O kadar ki, “The Shield olmamış olsaydı Breaking Bad olur muydu, emin değilim”
diyen kerli ferli kritiklerin yazılarına denk gelmişliğim bile vardır nette
gezerken.
- Senin için şöyle böyle diyorlar Hoca? + Senin için onu bile demiyorlar, o ne olacak?
Hikâye, suçun ve suçluların kontrolden çıktığı bir LA
semtinde özel olarak kurulmuş bir karakoldaki polislerin etrafında örülmüş. Karakolda
özerkliğini ilân etmiş bir ‘Vurucu Tim’, onun da başında Michael Chiclisin hayat verdiği Vick
Mackey var. Mackey rolü için
kafasını kazıtan, aylarca spor salonundan çıkmayıp vücut yapan Chiclis, gördüğünüz göreceğiniz en ‘pis’
polis! Sakın ola Behzat Ç. falan gelmesin aklınıza; Behzat Kom’serin ağzı pis,
kalbi temizdi. Bu Vick baştan aşağı
‘pislik’; ağzının temiz olmadığı bir yana, çoğu zaman kalbinin temizliğinden de
kuşku duyuyorsunuz adamın.
-Limonata bardağında süt içen adamın nesini
benzetiyorlar ki bana? +Alooo!!
Halâ izlemeyen vardır belki diye spoiler vermeden
devam etmeye çalışalım: Bir sahnede gereksiz yere şiddet uygularken gördüğünüz
adam, bir sonraki sahnede, vesikalı yârine insanın içini acıtan bir ‘babalık’
yapabiliyor; bir bölümde acımadan polis vuran –evet, polis vuran– adam, bir sonraki bölümde,
içine daldığı pis işlerin açığa çıkması bahasına –hem de hiç hazzetmediği– bir
meslektaşına yardım edebiliyor; zaman zaman acımasız, gerektiğinde sahtekâr, ama
her durumda ahlâksız, terbiyesiz, zampara ve hatta katil olan bu polisten
nefret etmeyi beklerken, kendinizi bile şaşırtarak seviyorsunuz adamı!
Whitaker kesmediyse Glenn Close verelim kardeş?
Yok, karakter analizlerinde anti kahramanlar
için söylenen ‘anlamak’ ‘hak vermek’ falan değil bahsettiğim; direkt
seviyorsunuz! Öyle ki, Vickin pis
işlerini soruşturmak için bakanlıktan yollanan müfettiş Jon Kavanaugh karakteriyle konuk oyuncu olarak diziye dahil olan Forest Whitakerdan [konuk oyuncuya bakar mısınız- bir de Glenn Close var, o da konuk; aman
aman!] nefret ediyorsunuz; öyle böyle de değil hani, elinde 99luk tesbih,
siyah beyaz ekranda mayolu Zeki Müreni seyrederken “Allah canını almasın!” diye
söylenen –ama gözünü de adamdan alamayan– rahmetli anneannem gibi, sesli sesli
ekrana doğru küfrediyorsunuz! Sebep? Birazdan iyi
polis kötü polisi yakalayacak, yakalasın
istemiyorsunuz, o yüzden! Amatör seyirciymişsiniz profesyonel seyirciymişsiniz
fark etmiyor, bağıra çağıra kavga ediyorsunuz karakterlerle.
Hayır, sekiz senelik final sahnesine de spoiler
verilmez ki arkadaş..
Bu da bizi, zurnanın zırt dediği yere getiriyor: senaryoya! Shawn
Ryan öyle sağlam bir temel atmış, karakterlerini öyle ustaca yontmuş ki, yedi
sezon boyunca toplam 26 farklı senaristle çalışmasına rağmen, hiç bir karakterin
yalpalamasına zinhar müsaade etmemiş, karakter tutarlılıklarından zerre ödün vermemiş.
Dramada başarının sözlük tanımını rahatlıkla buradan yapabilirsiniz! Kötü-kirli-sahtekâr-katil
polisi seyirciye sevdirmek, onu yakalamak üzere gelen iyi polisten nefret
ettirmek, benim diyen senaristin harcı değildir –insider info sayın siz bunu. Bu
dediğim sadece Vick Mackey için değil,
‘Vurucu Tim’deki ve hatta karakoldaki herkes için geçerli– en başta da Shane karakterini canlandıran Valton Goggins için. En son, Tarantinonun
The Hateful Eight filmindeki en
akılda kalıcı karakteri, göreve başlaması bir türlü nasip olmayan kasaba
şerifini canlandıran Gogginsin dizideki
karakter kırılmaları gözünüzün önünde yaşanırken, kirli polislerin içinde en
kirlisi ödülünü alabilecek kadar kirli bu polis için gözlerinizin yaşarmasını sağlayabilen
bir senaryo, senaristini ‘sensei’ mertebesine yükseltir. Ve dahi,
yükseltmiştir!
Yazı devam ediyor...