Gerçekten bu diziyi
izlemeyi özlemişim. Naci ha gitti, ha gidecek, aha da gitti/geldi diye diye
haftalardır şöyle doya doya izleyemiyordum. Beni düzenli takip edenler bilir.
Ben öyle entrikalı, meraklı, dolambaçlı şeyler izlemeyi sevmem. Kendimi özgürce
akışa bırakabildiğim ve karman çorman olaylar yerine karakter gelişimini takip
edebildiğim, ânın kendisinden zevk alabileceğim işleri severim. Bu hafta korku ve
endişelerimden arınarak dizinin sevdiğim tarafına odaklanabildiğim için epey
rahatlamış hissederek izledim bölümü. Hikâyenin kat kat açılması, karakterlerin
derinliği ama en çok da hikâyenin kendi şansı gereği büyük çoğunluğunu bir
apartmanın çatısı altında toplayabildiğimiz için karakterlerin hikâyelerinin
birbirlerine bu kadar bağlı ilerleyebilmesi beni büyülüyor.
Bu son dediğim şeyi bu
haftaki bölümü izlerken tekrar düşündüm. İnci, Gülben, Safiye, Esra, Han, Ege,
Neriman, Fosil (Safiye yüzünden kendi adını aklımda tutamıyorum, Atilla Şendil’e
saygılar sevgiler <3), Bayram, Hikmet Bey ve hatta kazan dairesi kontenjanından
Naci… Bunlar aynı apartmanda (ve hatta çoğu aynı dairede) değil de atıyorum
sadece aynı mahallede yaşıyor olsalardı birbirlerinin hikâyelerini bu kadar besleyebilecekler
miydi? Üzerine epey çalışırsanız mümkün tabii ama gerçekten çok zor olurdu bu.
Hikâye kurumunda ve akışında genelde karakterlerin hikâyelerini mantıklı bir
şekilde birbirine denk düşürme çabası epey mesai alıyor. Ben “bir çatı altında”
geçen hikâyelerin başarısının o “sıcaklık, birliktelik yahut aile” duygusundan
da öte; karakterleri birbirine denk düşürme çabası yerine onları güzel bir
şekilde işleyebilme ve derinleştirebilmeye mesai harcanabilmesine bağlı
olduğunu düşünüyorum. Hele de günümüzdeki gibi iki buçuk saate varan dizi
sürelerinde, yaklaşık olarak 130 sayfa yazıldığını düşünürsek hikâyeyi sağlam
işleyebilmek adına oldukça kıymetli bulduğum bir imkân bu.

Karakterlerin her birini
ayrı ayrı anlatmaya çalışmak yerine birbirleri üzerinden işleyebiliyoruz.
Birinin ötekinin esas olduğu bir sahnede verdiği yahut vermediği tepkiler bize
aynı ânda birden fazla kişiyi tanıyabilme imkânı sunuyor. Karakterleri zaten
kendi ağızlarından değil, verdiği tepkilerden tanırız tabii ki o ayrı bir konu.
Benim bahsettiğim şey her biri için ayrı ayrı düşünmek, her tepkiyi ayrı ayrı anlamlandırmaya
uğraşmak yerine karakterleri dünyalarının kesişen yerlerinde izleyebildiğimiz
için bu süreci çok daha kolay geçirebiliyor olmamız.
Gece gece art arda çok uzun
cümle kurdum. Anlatım bozukluğu yapmama çabam beni gerdi. İyisi mi biraz daha
basit ilerleyelim. Mesela bu bölümün en sevdiğim yerlerinden biri Esra ile Gülben’in
sahnesiydi. Gülben zaten bu bölüm ekstra bir efsaneydi. Han’a epey ağır konuştu
ama Han’ın da Gülben’e yaptığı şey çok ağırdı. Başkalarının hayatı üzerinde söz
hakkı olduğuna inanmayı geçtim, “onun için daha iyi olana karar verebileceğine”
inanan insanlara tahammül edemiyorum. Bir de onun üzerine Esat’ın ondan önce
söylediği tüm güzel cümlelerin kanadını kırarcasına sarf ettiği “Anlıyorum…” ifadesi,
altını ıslatma durumu hariç aslında Gülben’in iyisiyle kötüsüyle her hâlini
bildiği hâlde bir oyuncak bebek muhabbetiyle kabullenip gitmesi Gülben için çok
ağırdı. Tüm bu yaşananlara rağmen Gülben Han’ın karşısına dimdik çıkıp çat çat
Esat’la mutlu güzel bir hayat kurmayı başaracağını söyleyip akabinde Esra’ya
gidip ondan yardım isteyerek oldukça cesur bir duruş sergiledi.

Yüzüme nur indi diyolla... Adeta bir "şeker kız candy"
Esra karakterini başlarda
çok sevmiyordum. İnci’ye karşı olan tutumu her ne kadar onu uyarma, koruma
niyetli olsa da esasta Han’ın o rahatsız olduğumuz tavrından pek bir fark
içermiyordu. Ayriyeten Esat’la ilgili konulardaki tutarsızlığı da canımı sıkıyordu.
Ama son bölümlerde hem Esat’a karşı duruşunu netlemesi hem de Gülben’e
empatiyle, sevgiyle yaklaşıyor olması karaktere karşı duvarlarımı kaldırdı.
Tabii bunda en büyük etken karakterin “benim dilediğim gibi” davranmasından
ziyade Memduh Bey’in (internetten karakterin ismine baktım. ^^) Safiye’ye ondan
ilk bahsettiği sahneden itibaren Cüneyt’le ilgili durumları da kafamızda
toparlamamızla beraber karakterin arka hikâyesini görebilmeye başlamamız. Esra,
benim için edilgen-pasif bir karakter olmaktan çıktı. Artık onu anlayabilmeye,
onunla özdeşim ve empati kurabilmeye başladım. Bu, karakteri benim gözümde “varlığı
rahatsız edici” kategorisinden “izlemeye değer” kategorisine taşıdı. Bu da
benim açımdan oldukça rahatlatıcı bir durum. :)
Gülben’le sahnelerinde
Gülben’e sevgiyle, anlayışla ama en önemlisi de ona bir “hasta” gibi davranmayı
bırakarak bir dost tavrıyla yaklaşması çok hoşuma gitti. Çok da güzel bir
sahneydi. Ayriyeten evet gerçekten de gerçek anlamda sevginin ayıracı, onun
seni mutlu etmek için bir şeyler yapıyor olmasından öte senin gerçekte neyle
mutlu olduğunla ilgilenmesi. Seni tanımak istemesi, seni tanımak için zaman
harcamaya kıymet vermesi.

Bayram karakterinin evini
ve özel yaşamını ilk defa gördük bu bölüm. Bazıları “Bayram’ın o evde sağlam kalması
imkânsızdı zaten.” minvalinde yorumlar yapmış. Ben buna katılmıyorum. Evet
Bayram’ın ailesine yalan söylemesi biraz aşırı ama onun haricindekiler bana
gayet normal geldi. Oyuncakları zaten atması ilginç olurdu, Gülben’in onları
sevdiğini ve pişman olacağını düşünerek evine alması doğal. E bir yandan da
tabii sevdiğinden bir parça onlar; eli değmiş, kokusu sinmiş, nasıl atsın?
Kitaplara gelince ben de âşık olduğum zaman onun sevdiği kitapları okumak, izlediklerini
izlemek, dinlediği çalma listelerini/şarkıları defalarca tekrar dinlemek ve
hepsinden de öte bunları gerçekten ben de sevmek istiyorum. Dünyayı onun
gözünden görebilme, pencerelerimizi yaklaştırabilme çabası bana çok kıymetli
geliyor. Hele de yani Bayram gibi oldukça uzun bir süre ve üstelik başka da bir
sosyal hayatı olmadan aynı kişiyi sevince çok normal bence o kitaplık. Adam
bildiğiniz âşık!..
Her daim Gülben’i mutlu
etmeye çalışıyor. Gülben’in ona ekseriyetle kötü davranmasına ve hatta onu
normal bir insan olarak bile görmemesine rağmen o her seferinde kendi
kırıklarını kendisi sarıp tekrar gülümsemesini kazanıyor ve onun iyiliği için
didinmeye devam ediyor. Onu Esat’la gördüğünde ise mahzun mahzun uzaktan
izlemekle yetiniyor. Ya bu adam Gülben sokakta tek başına yürüyemediği zaman
onu Esat’la buluşmaya götürmüş adam bee… Kendini Gülben’e layık görmüyor, kendini
geliştirebilmek için çabalıyor bir de üstelik. Bizim tanıdığımız Bayram güzel
kalpli, incelikli seven mert bir adam. Yeterince hastamız var, onu katmayalım.

Esat bu bölüm Han’a karşı
süngü düşürmesiyle ve sonrasında Gülben onu aramasa ona ulaşmak için hiçbir
çaba sarf etmemesiyle benden baya bir puan kaybetti. Açıkçası gelecek bölüm
kendini affettirecek bir şey yapmaz ve tüm durumu kurtarma çabası sanki suçlu
oymuş gibi Gülben’e kalırsa geçen hafta da söylediğim gibi ben her daim Bayram’a
kaymaya hazırım. Gerçekten bence de doğru kişi seni “olduğun gibi” güzel ve
değerli görebilen kişi. Ha sen kendinde bir şeyleri değiştirmek istiyorsan yine
değiştirebilirsin ama, Han gibi bir psikopat değilsen eğer, bence birlikte
olmak için değişmek zorunda hissettiğin biriyle birlikte olma zorundalığının bulunmadığını
bir düşünmek gerek.
Han’ın terapiyi bırakma kararının
psikolojik nedenine pek ikna olmadım. Görünürde “Ben iflah olmam.” kafasına girerek
bıraktı ama sonraki davranışlarıyla aslında bunu kendince bir bahane olarak
kullanıp isteksiz bir şekilde terapiye devam etmekten kendini kurtardı gibi
duruyor. İnci bunu öğrenmeden terapiye geri dönmezse -ki pek dönecek gibi
ayrılmadı- aralarında büyük gümbürtü olacak ve İnci’nin sabır taşı çatlayacak
gibi geliyor.
Han ile kavga etmeden,
saldırıya yahut savunmaya geçmeden olduğu gibi gerçekleri konuşabilen tek kişi
Naci. Han’ın onu gitmeye zorladığı bölümlerde de bu bölüm de sakin sakin nasıl
da ayna tutuyor ona. Han’ın terapisti açıkçası beni de biraz gerdi. Çok fazla “terapist
gibi”, duygusal bir bağ kuramıyor insan. Kırmızı Oda’daki gibi Güzin ablalık yapsın
demiyorum tabii ki kastım o değil ama karakter olarak biraz soğuk ve tepkili
buldum. Han’ı anlamak yahut onunla ortak bir yerden bakabilmek yerine tamamen
dünyayı ondan korumak gayretindeydi sanki.
Doğru terapisti bulana
kadar pek çok kişi değiştirmiştim, Yağmur Hanım gibi biri de çıkmıştı karşıma
ve onun bu soğuk, hatta çoğunlukla yargılayıcı tavrının nasıl hissettirdiğini
biliyorum. Han karakteri direkt “terapi” kavramına karşı gibi duruyor ama yani
bence “bu tarz” bir terapi de onu rahatsız ediyor olabilir.
İstanbullu Gelin’deki
terapi sahneleri beni düşünmeye sevk ederken rahatlatıyordu da. Burada rahatlamayı
bırakın Han’la beraber ben de geriliyordum izlerken. Han’a Naci gibi birisi
lazım. Naci gibi sakin ve taraf hissi vermeden tek yaptığı belli gerçekleri
ortaya serip sorular sordurtmak, kafasına soru işaretleri koymak olan birisi
lazım. Bu bölümkü konuşmaları bana çok verimli geldi. Bence Han bundan
sonrasında da Naci’ye tepkili olmayı bırakıp alenen olmasa da zımmi olarak Naci’nin
kendisine akıl hocalığı yapmasına müsaade etmeli. (Burada kavram yanılgısı
yaratmayalım, terapi bir akıl hocalığı değildir elbette. Biz Naci karakterini
terapist olmayan bir “yol gösterici” olarak konumlandırabiliriz.)
Ah efendim, geçelim benim
canımın güzellerine. Sizi sona sakladım ❤
Bu hafta son sahnede de
olsa ufak bir kavuştay izler miyiz diye bekliyordum ama öyle güzel sahneler izledik
ki bir bölüm daha beklemek için ziyadesiyle tatmin oldum efendim. Hani şair
diyor ya: “Gelecekse beklenen/ Beklemek güzeldir.” * Aynı o hesap. Naci’nin bir
şekilde Safiye’yle yeniden buluşacağını biliyorum ya, oh zevkle izledim.
İnci’nin Safiye’ye o
derece samimi bir şekilde birlikte çay içme teklifini gerçekten bunu istediği
için değil de Gülben’in oyalaması üzerine ettiği rica nedeniyle yapmış olduğunu
öğrenmek bir miktar kalbimi kırdı. Ama yine de yaptığı konuşma samimiydi. Safiye’nin
İnci’ye bu denli içtenlikle içini açabilmesi, onunla Naci’yi konuşabilmesi beni
gülümsetiyor. Çünkü Safiye gerçekten de Naci’nin dediği gibi bir dağ olmaktan
fazlasıyla yorulmuş bir karakter.
Geçen hafta “sevgiye tutunmak”
meselesini konuşmuştuk. Safiye yıllarca kendine tutunmuş. İçinde dayanacak yer
kalmayınca temizliğe sarmış, ailesinin hayatına sarmış, kendi düşüncelerinden
boğulacağını bildiği için düşünmemesi gereken ne varsa almış koymuş doldurmuş
zihnini ki dursun. İşte bu yüzden yine Naci’nin dediği gibi “Kimse bu
kadar güçlü olmamalı. Kimse kendi acısını hissetmeyecek kadar nasır tutmamalı.”

Biz insanlar birbirimizden
güç alabilelim diye topluluklar hâlinde yaşıyoruz. Safiye’nin de artık
birilerine tutunabilmeye ihtiyacı var. Onun gibi bir karakter için daha önceden
de tutunmuş olduğu ve “tutunulabilir olduğunu test edip onayladığı” birini
seçmek çok daha kolay. Onun için gençliğinde onu evdeki kâbusundan çekip
çıkarmış ona başka bir hayatı göstermiş olan Naci’ye tutunmak onun için çok
daha mümkün geliyor. Han, Gülben ve Neriman onun gözünde hâlâ çocuk ve onun
korumasında. Bu yüzden onlara tutunamıyor. Babası bir zamanlar tutunabileceği
biriyken ona sahip çıkmamış ve koruyamamış iken şimdi hasta hâliyle hiç mümkün
değil. İnci’ye biraz biraz yakınlaşsa da hâlâ onu bir yabancı olarak görüyor. Memduh
Bey ile bir şansları var gibiydi ama bir kapıştılar, o da Safiye’ye yüz
çevirdi, o konuda kalbim kırık.
Şimdiki durumda gerçekten
de Han’ın dediği gibi Safiye’yi tekrar toparlayabilecek ve Safiye’nin o dağın
yükünü paylaşmaya razı olacağı tek kişi Naci. Bunun için de yine geçen hafta
konuştuğumuz gibi Naci’nin hiç gitmediğini bilmesi ve hatta gitme kararının
hastalıktan dolayı olduğunu öğrenmeyecekse eğer Naci’nin onu bırakamadığı için
gitmediğine inanması lazım. Han’ın onu o kazan dairesinde kapattığını bizzat
görmeli. Hatta belki de Naci’yi öyle bir hâlde görmeli ki içindeki şefkat ve
koruma hissi ona karşı öfkesini ve kırgınlığını ezip geçmeli.
Safiye doktor olamamış
belki ama hayat ona yine bir hemşire rolü vermiş. Yıllarca sevgisiz bir şekilde
annesine bakmış. Ama Naci’nin hastalığını öğrendiği zaman onunla ilgilenmesi
aynı şekilde olmaz. Bu kez hasta olan kişi ona devamlı hakaretler yağdıran, hayatını
karartan biri değil. Onu iyileştirmeye çabalarken onunla birlikte iyileşeceği,
sevgiyle, varlığından huzurla, olmak isteyebileceği başka hiçbir yer olmadan
yanında kalacağı biri bu kez.
Hikmet Bey "Na" demiştir...
Sonda Hikmet Baba “Naci”
yazısını da okuduğunda derin bir nefes verdim. Bir hışım elinden alınca yırtacak
falan sanıp gerilmiştim. Mürekkebi dağılan dolmakalemle kazan dairesinde olduğunu
ve onu oraya Han’ın kapattığını yazdığı kısmı okunacak mı bilemiyorum ama benim
tanıdığım Safiye o kâğıdın Han’ın sefertasından çıkmasından ve kazan dairesi
muhabbetinden şüphelenmeli. Akabinde Naci’nin Ankara’ya gitmediğini biliyor
olması ve Naci’nin odasında Anıl’ı görmesi, İnci’nin zihnine attığı çengeller
ve lütfen artık içinde bir yerlerde hâlâ Naci’ye duyuyor olduğu güven ona bir
şeyler yaptırmalı.
Gelecek bölüm sonda değil
en azından ortalarda bir yerde kavuştayı görebilmeyi umuyorum. Han Naci’yi
doktora götürecekti. Safiye ilk günden yerini bulamasa bile belki Naci Han’la
doktordayken kazan dairesinin kapısını açtırabilir orada Naci’nin defterini
bulabilir, tam oradan çıktığı ânda da doktordan dönen Naci ve Han’la
karşılaşabilir. İlk (gerçek) sarılmamız insanların ortasında değil yalnız oldukları
bir ân olsun isterim ama tabii Safiye’nin bunu yalnız ânlık bir adrenalinle
yapabileceğini düşünürsek eğer olsun da artık nerede nasıl olursa olsun…
Koca kafalı Han’ımızın
(Birkan Sokullu)
nihayet bir işe yarayarak Naci’ye ihtiyaç duyduğu mantıklı düşünme sürecini
yaşatması sonucu, Naci’nin son zamanına kadar Safiye’yle kalmaya karar
verdiğini öğrenmek asıl büyük sürprizdi benim için. Bu sürprizin mutluluğuyla
sabahın ilk ışıklarını karşılamış olan bu yazıyı zirvede bitiriyorum efendim!
:)
Âdetimiz üzere yorumlar
bizim, DM kutum sizindir. Beraber zenginleşelim.
Sürç-ü lisan ettiysem
affola.
Sevgiyle, ümitle,
cesaretle ve sağlıkla olması adına kapanma kuralları çerçevesinde mümkün
mertebe evlerimizde kalalım.
Periniz.
“Sanki yüreğim bağrımdan çıkıp
Sana koşacak
Zor tutuyorum...” **
*Özdemir Asaf
**Azad Penaber/ İki Dil
Bir Aşk
*** Kapak: @siwonistt