Bu hafta Beş
Kardeş’i izlemeye, yeni bir yoldaş bulmanın sevinciyle başladım. Artık diziyi
Merve Yıldırım’la kardeş kardeş yorumlayacaktık. Ben heyecanlı, o benden daha
heyecanlı derken merhabamızla elvedamız birbirine karıştı. Beş Kardeş, sezon ortasında başlayıp sezon ortasında ara vererek
sanırım bir ilke imza attı ve yeni bölümlere Haziran’da devam etme kararı aldı.
Karşısında durduğu güçlü yapımların sezon finali vereceğini düşünürsek; ekrana
yaz dizisi olarak dönmek, özünde iyi bir karar. Ama sezona girdiği 22 yapımın,
şu ana kadar 12’sinden vazgeçen kanalın (istatistik için Duygu Tombak’a
teşekkürler ^.^) Beş Kardeş hatırına
Haziran’a kadar bekleyebileceğinden emin olamıyorum. Çok da veda ediyormuş gibi
konuşmayayım diyorum ama şu an resmen yaprak döküyor bir yanım, bir yanım bahar
bahçe… Hem diyorum ki Onur Ünlü hiçbir zaman reytinge oynamadı, Kanal D’yle
zaten uyuşamazlardı; hem de ne biliyorsun diyorum, belki hakikaten dönecekler.
Daha önce de söyledim, kanalların stratejilerini yorumlamakta iyi değilimdir
ama bu fikir de pek sağlıklı görünmüyor. Bu duygusal karmaşaya sizi de sürüklemeden
bölüm yorumuma geçiyorum.
Ne eli maşalı komşumuzdun sen Fahriye Abla…
Ne yaparsa yapsın dünyanın en haklı, en mağdur, en
ukalası Fahriye Hanımcığımız bu hafta da formundaydı maşallah. Yine hiçbir
açıklama yapmayıp yine üste çıkmaya çalışarak yine saç baş yoldurdu. Sait nasılsa
her dediğine inanır, Sait nasılsa hep peşinden koşar değil mi Fahriye? Hiç gitmemişsin,
ondan hiçbir şey saklamamışsın, hiç yalan söylememişsin gibi sever seni, değil
mi? Gönül isterdi ki şuraya kocaman bir HAYIR koyayım, ama maalesef öyle. Sait bir
şekilde sevmeye de inanmaya da koşmaya da devam ediyor. Kırıp döktüklerinin
farkında bile olmadan, direniyormuş gibi yapmayı bile beceremeden, için için
süzülüyor Fahriye’ye doğru. Ama buna rağmen inatla Canan’ı yanında tutma çabası
var, gerçekten sıkılmaya başlıyorum. Evet, seviyorsa gitsin konuşsun ama
sevmiyorsa da boşuna süründürmesin artık. Bende kelimeler tükendi, hiçbir şekilde
savunamıyorum bu durumu. Ne Canan’la oluyor ne Fahriye’yle, o yüzden bence
artık herkes evine dönmeli. Abisin sen, abi kal Sait. Nokta!
Sohbet bahane sofra şaha- öhöm. Sofra bahane, sohbet
şahane.
Diziyi bu kadar sevmemin, bu kardeşlere bu kadar
bağlanmamın en büyük sebeplerinden biri, aksiyonlara düşmekten ziyade oturup
konuştukları ve mütemadiyen goygoya düştükleri sahneler… Mesela Orhan hep şuursuz
şuursuz konuşsa, Nazım hep hak hukuk arasa, Turgut hep orta yolu bulmaya
çalışsa muhtemelen hiç şikayet etmezdim. Bu adamların hayatta becerebildikleri tek
şey kardeş olmak ve ben olur olmaz maceralardansa bu kardeşliği görmeyi tercih
ediyorum. Hayat zaten hepimizi yeterince bunaltırken, içinden çıkamadığımız aşk
üçgenlerine değil, ilk bölümde menemen sahnesindeki samimiyete ihtiyacımız var
diye düşünüyorum. Yani, hangi aşk sahnesi Nazım’ın Turgut’u alnından öpüp “Sen
gerçek bir aşıksın.” demesi kadar güzel olabilir ki?
Sezen Aksu çalıyor bir yerlerde, duyuyor musunuz?
Bölümün en güzel yanıysa Orhan’ın birden –Şevval’den
başka bir- aşka düşmesiydi. Hep öyledir ya zaten, aşk birden oluverir. Böyle ilk bakışta, sen daha ne olduğunu anlamadan... Orhan ve
Turgut’un aynı kadını sevmesine, Sait’in iki kadın arasında kalmasından daha
çok bozuluyordum. O nedenle Orhan Yasemin’i görüp böyle gülümserken dünyanın en
mutlu insanı ben gibiydim. Bakın, herkes ayrı sevdalar bulunca hayat ne kadar
güzel. Ne demiş Nazım Başeğmez? “Sevelim, sevilelim. Bu dünya kimseye kalmaz!”
“Dünyayı değiştirmek isteyip de değiştiremiyorsan,
sen de dünyanı değiştir.”
Yazıya başlık olarak Orhan Veli’den Ayrılık şiirinin ilk dizesini seçtim. Bilhassa
Orhan için deli gibi mutlu olup içten içe halay çekerken birden karşımda “Haziran’da
devam” yazısını görünce ekrana tam anlamıyla “bakakaldım” çünkü. 5 bölümlük
dizi film şeridi gibi geçti gözümün önünden. Sait, Nazım, Turgut, Orhan, Nazım,
Aziz, Nazım, Kudret, Şevval, Nazım, Nazım, Nazım... Nadir Sarıbacak’ı izlemeye
doyduğum gün öldüğüm gündür zaten. Bir de Nazım’ı böyle anormal derecede
severken yarım bırakmak hiç hoş olmadı. Dünyayı değiştiremiyorsak ne yapacağımızı öğrendik. Peki reyting sistemini değiştirmek isteyip değiştiremiyorsak nereye başvuruyoruz?
Haziran’a kadar kim öle, kim kala… Neticede gidip de
dönememek, dönüp de bulamamak gibi gerçeklerimiz var hayatta. Okunmamış
şiirlerimiz, ardından uzun uzun el salladığımız gemilerimiz, yarım kalan hikayelerimiz
var. O yüzden bir kez daha, şöyle denize doğru, en umutlu sesimizle bağırmak
gerek: “O gemi, kesin gelecek bir gün!”