Bütün oyuncu kadrosu içinde beni en çok şaşırtan isim ise
Şehzade Orhan’ı canlandıran İsmail Demirci oldu. Daha geçen seneye kadar
Yeniçeri ağalığından vezir-i azamlığa yükselen Kemankeş Mustafa Paşa rolünde, Muhteşem
Yüzyıl Kösem’in özellikle son bölümlerinde neredeyse dizinin başrol erkek
karakteri haline gelen bir performans sergilemiş olan Demirci’yi vezir-i azamdan
sonra şehzade olarak izlemek yeterince tuhaf değilmiş gibi, bir de sanki kendisini
Mehmed projesine hiç verememiş de bir anda yapımın ortasında buluvermiş gibi hallerde
görmek iyice bir tuhaf oluyor. Canlandırdığı karakterde çok karizmatik olabilen
bir isim olduğunu bildiğimiz için bu durumun biraz da rejiden kaynaklı olduğunu
düşünüyorum.
Bölümün kritik sahnelerinden birinde, Şehzade Orhan’ın
gönüllü olarak teslim olduğu Bizans garnizonundan Delibaş aracılığıyla
kaçırılması sahnesinde Demirci’nin verdiği tepkiler ve mimikleri o kadar öylesine gibiydi ki, ben sorunu karakterin kendisinden çok sahnenin
mizansenlerinde ve son kurguda kullanılmak üzere seçilen karelerde arıyorum
açıkçası. Sahne zaten başlı başına inandırıcılıktan uzakken bir de Demirci’yi
öyle isteksizce oynar gibi görünce tadım kaçtı ne yalan söyleyeyim.
Şehzade Orhan’ın kaçırılması demişken senaryo ve rejinin biraz
da bu kısmına değinmek lazım. 2. bölüm bu tür sahnelerindeki oldu bittilerle de
göze batan bir bölümdü bence. Ellerinde çok değerli bir hazine bulunan bir
Bizans garnizonunun içine girmek ve özenle korunması gereken rehinenin odasına
dalıp boynuna kılıç dayamak bu kadar kolay olmamalı. Hele de garnizondaki Bizans
askerlerinin Osmanlı savaşçılarının gece boyunca kapılarının önünde rahat rahat
kamp kurup oturmalarına izin vermeleri gibi bir absürdlük yaşanmışken. İnsan öyle bir durumda garnizondaki güvenliğin iki katına çıkartılmasını bekliyor, değil mi? Halbuki Delibaş gün
ağarınca tek başına Battal Gazi gibi surları aştı çünkü ortada ne bir asker vardı
ne bir koruma. İş işten geçtikten sonra hepsi ortama üşüştüler ama haliyle bir
anlamı olmadı. Bu sahnelerdeki figüran kullanımı da zayıftı.
Sonuçta ortada birbiriyle rekabet eden ve inceden savaş
halinde olan iki taraf var. Bizans tarafında inandırıcılıktan uzak bu tür
kolaya kaçmalar ve komik askeri zaafiyetler olması ileride Konstantinopolis’i
fethedecek olan padişahın tarih sayfalarına geçecek olan büyük zaferini ve
dehasını da olduğundan basit ve önemsiz gösterme tehlikesi yaratabilir. Seyircide,
daha önemli bir rehinesini adam gibi koruyamayan bir devletin Osmanlı padişahına teslim
olmasında da şaşırılacak bir şey yok elbette algısı oluşabilir. Aman
diyeyim!
Diğer yandan Edirne-Konstantinopolis ve sınır
karakolları arasındaki mesafenin hangi ara bu kadar çabuk aşılabildiğini
hissettiremeyen sahnelerdeki kurgu da sıkıntılıydı. Kendi
memleketlerinden sabah at üstünde yola çıkan hükümdarlar bir de baktık öğleden
sonra cenk meydanında karşı karşıyalar. Edirne ve İstanbul arasındaki mesafenin
günümüzün motorlu taşıtlarıyla bile en az iki saatte alınabildiğini
düşündüğümüzde o yüzyıllarda at üstünde yolculuk etmek zorunda kalan insanların
askerleriyle birlikte bu kadar kısa süre içinde varacakları yere ulaşmalarını
hayal etmek zor. Hele de Mehmed ve ekibinin aynı hızla geri dönüp ertesi gün
babası Sultan II. Murad’ın cenaze törenine yetişebildiğini de düşünecek olursak. Kuş misali ^^ Keşke tarafların yolda biraz daha zaman geçirmesine, birbirlerine karşı
kullanacakları taktiklere hazırlanmalarına daha fazla zaman tanınsaymış.
Mehmed’in tahta çıkışı ve cülûs sahnesini de çok alelâde
ve görkemden uzak bulduğumu söylemek zorundayım. İlk bölümde yaşanan onca
dalavereyi bertaraf ettikten sonra genç padişahın en nihayetinde hakkı olan tahta
çıkacak olmasında gösterecek ekstra bir azamet mi bulunamamış yoksa biz
Muhteşem Yüzyıl serisinde tahta çıkan birçok padişahın, hepsi birbirinden
kendine özgü olan benzer sahnelerini bol bol izlediğimiz için mi tat alamadık
bilmiyorum ama Fatih Sultan Mehmed gibi bir padişahın cülûs töreninde çok daha
fazla görkem ve çarpıcı unsurlar görmek isterdim.
Yapımı sürekli olarak başka bir yapımla karşılaştırıp
aynı yazı içerisinde adlarını birlikte geçirmek istemiyorum ama Mehmed Bir
Cihan Fatihi hakkında bir şeyler yazarken Muhteşem Yüzyıl’ı anmamak neredeyse
imkansız gibi. Geçen hafta saydığım sebeplerden ötürü iki diziyi birbirinden
ayırabilmek zaten çok zor. Bu nedenle bölümler ilerledikçe farklılaşmalarını ve
Mehmed’in kendi tarzını oluşturmasını beklemek yapabileceğimiz tek şey ancak 2.
bölüm beklentilerimin tam tersine iki diziyi birbirine daha da yakınlaştırdı.
Fatih Sultan Mehmed’in cülûs töreninin Muhteşem Yüzyıl’daki
padişahların cülûs törenleriyle benzerliği, Edirne Sarayı’nda kendi çocukluğunu
izleyerek onun geçtiği yollarda dolaşan padişahın, artık bir Sancak Beyi olan oğlu
Şehzade Mustafa’yla yıllar sonra Manisa Sarayı’na geri dönen Mahidevran Sultan’ın
ilk geldiği gün saray koridorlarında kendi gençliğini izleyerek dolaştığı
sahnelerle benzerliği falan derken Mehmed ve Çandarlı Halil arasındaki ilişkiye
daha yakından bakarsanız orada da tanıdık bir hikaye göreceksiniz.
İkili arasındaki rekabet ve hasımlık Muhteşem Yüzyıl
Kösem’deki Kösem Sultan ve 4. Murad ilişkisinin bir başka versiyonu adeta. Bir
tarafta tahta yeni çıkmış genç, hırslı, gözü pek ve delişmen bir padişah, diğer
tarafta devleti idare etme ve siyaset deneyimi çok daha fazla olan, devletin
bekası için zaman zaman fevri padişahın önünü kesmekte sakınca görmeyen, onunla
papaz olan, haliyle gücü de çok seven bir hami figürü… Devlete hakkıyla padişahlık
etmesine izin verilmedikçe daha da bilenen hükümdar ve varlığını hissetmekten
rahatsız olduğu bir “gölge otorite”... Ana-oğul arasındaki savaş burada padişah
ve vezir-i azam formatına uyarlanmış gibi. Benzer bir çatışmayı tekrar izlemek ne
kadar tat verecek göreceğiz.
Yazı devam ediyor..