Kemal’in hayatını kaybetmesinin yanı sıra, bende adaletsizlik nedeniyle tatmin olmamışlık duygusu doğuran bir diğer şey de; Kemal’in Emir’le aynı sona maruz kalarak, diğer bir sürü kurban gibi neticede en büyük düşmanı Emir’in tuzağı sonucunda can vererek ölmesi oldu. Emir bile isteye onca insana onca kötülük yapmışken, onların canlarına sırf kendisini istemeyen Nihan onunla olsun diye kastetmişken Kemal onun zıddıydı. Sevdiği ve onu seven kadın ile kızına kavuşmak için, adaletin yolundan ayrılmadan mücadele etmiş, elinden geleni yapmıştı. Yani iyilikle kötülüğün mücadelesiydi bu. Ama sonuçta bu iki zıt karakterin aynı yöntemle ölmesi, kötülüğün kaybederken iyiliğin de yenilmesi benim adalet duygumu zedeliyor, hakkaniyet hissime aykırı düşüyor. Kemal’in daha “normal” yollar yerine, son derece fantazik bir şekilde, imha edilmesi nedense mümkün olmayan bir mayınla öldürülerek, bedeninin sevdiği kadının gözleri önünde paramparça olmasından da daha acı olan şey bence, doğru yolda yürümesine rağmen sonunda hayatını kaybetmiş olması. Kemal ve Emir’in zekaları ve mücadele hırsları denk olsa da günahları asla eşit değildi. Fakat ölümleri eşit oldu. Ve eşitlik her zaman adaletli bir şey değildir. Sınava çok çalışan ve bütün soruları yapan ile, hiç çalışmadan ata tuta üç beş soruyu yapan iki öğrencinin sınavdan aynı puanı almasına eşitlik desek de adalet diyebilir miyiz?
Bence iyi insanlar mutluluğu hak ediyor. Hayat bunu her zaman vermiyor, her zaman adil davranmıyor olabilir ama hiç değilse dizilerde veya filmlerde bu adaletin sağlanmasını seviyorum ben. Fakat bu sonla sağlanmadığına inanıyorum. Benim gözümde, Nihan ve Deniz’in kurtuluşundan çok Emir’in zaferi oldu, üzgünüm. Çünkü Emir Kozcuoğlu ölse bile, ardında mutlu ve tam bir aile bırakmayarak yine de kazandı. Ölüm zaten onun için bir ceza değildi ama Kemal ve Nihan’ı sonsuza dek ayırdığını bilmek de yanına ödül olarak kâr kaldı.
Halbuki Kemal’in Deniz’e anlattığı masal ne güzeldi. Bir tohum serpilmişti içlerine, sonra büyüdü ve bir masalın içine aldı onları. Ben de o tohumun zamanla büyüyüp gelişerek koca bir orman olduğunu, bittikten sonra bile ara sıra gölgesinde dinleneceğimi düşünmüştüm son ana kadar. Ama o ormana şu an sarı damperli kamyonlar girdi, hunharca inşaat faaliyetine başladılar. Onca çabanın sonucunda mağlup olacağını bile bile geri dönüp şimdi nasıl tekrar izlerim hüzünlenmeden? Nihan gibi hatırladıkça gözümden bir yaş düşmez mi? Bütün o güzel ve umut dolu vaatler, yaşanan şahane anlar artık bana acı vermez mi?

Baba diye yalnızca fotoğrafları öpecek olması...:(
Haksızlık değil mi bu, daha ne yaşayabilmişlerdi ki? Çektikleri acıların yanında yaşadıkları mutluluklar, döktükleri gözyaşının yanında attıkları kahkahalar nedir ki? Devede kulak… Mutlulukları hep diken üstündeydi, hep kırpık kırpıktı. Mücadele ve acı arasında, hayattan zorla çalınmış anlardı ve ben sonunda Emir’den tam manasıyla kurtulduklarında hepsini birleştirip kocaman mutlu bir resmi tamamlayacaklarına inanmıştım. Kemal her ne kadar mektubunda kendi mutluluğunun tamamlandığından bahsetse de bence daha yaşanacak, hak edilmiş çokça mutluluk vardı. Mesela daha Deniz’in yalnızca bir doğum gününü birlikte kutlayabilmişlerdi. Onun kendisine baba dediğini o kadar az duydu ki… Kokusunu içine çekemedi bile doyasıya.
Hadi Kemal için bunlar eksik kalmadı, o ölüme sevdiklerini kurtarmanın huzuruyla gitti diyelim. Yine de Nihan ve Deniz hayatlarının her dönemeçlerinde onun eksikliğini dibine kadar hissedecek. Onların mutlulukları hiç tamamlanmayacak. Deniz, okula başlarken, bisiklet sürmeyi öğrenirken, uçurtma uçururken (Sahi fragmandaki uçurtma uçurma sahnesi neredeydi?), okuldan mezun olurken, birini severken, evlenirken hep yanında isteyecek babasını fakat bulamayacak. Hiçbir zaman bir kardeşi, onu da geçtim babasıyla ilgili hatırladığı hiçbir anısı olmayacak. Onun sesinden, onu var eden masalı bir daha dinleyemeyecek. Annesi hep aralarında yaşatmaya çalışsa da babasını sadece fotoğraflarda öpebilecek. Hep yüreğinin bir köşesi sızlayacak, eksiklikleri hatırladıkça hep gözünden bir damla yaş düşecek. O sofradaki boş sandalye, düşmüş bir ön diş gibi hep göze batacak. Neden? Ne için?
Yazı devam ediyor...