Herkeslerce çok sevilen, benim de
sayısız kere izlediğim “Hababam Sınıfı
Tatilde” filminde Mahmut Hoca’nın öğrencilerine meşhur bir öğüdü vardır;
“Okul sadece dört yanı duvarla çevrili, tepesinde dam olan yer değildir. Okul
her yerdir! Sırasında bir orman, sırasında dağ başı... Öğrenimin, bilginin var
olduğu her yer okuldur.” der. Doğrudur, okul sadece bir taş yığınından ibaret
değildir asla. Hayatın bizzat kendisi kocaman bir okul zaten. Mesele sadece integrali
veya Karlofça Antlaşması’nın imzalandığı tarihi(1699) öğrenmek değil ki.
Dostluğu, aşkı, kendi ayaklarımızın üstünde durmayı, yıkılıp yıkılıp yeniden
ayağa kalkmayı kafamıza vura vura hayat öğretir. Çalışamadan girdiğimiz
sınavlarında çakabilir ve hatta sınıfta da kalabiliriz. Ama mutlaka öğrenmeye
devam ederiz. Çünkü hayattan mezuniyet filan yoktur.
Defne ve Ömer de aşkı, mucizelere
ve masallara inanmayı, her koşulda mücadele etmeyi, acı çekmeyi, affetmeyi
kısacası hayatı öğrettiler birbirlerine. Sonrasında da hep beklenmedik anlarda,
en zor soruları sordular, zaten çoğu da çalışmadıkları yerlerden geldi.
Girdikleri sınavların sonucunda kimi zaman gidiş yolundan puan verdiler,
olmadığında telafi sınavı yaptılar. Sonunda tam diplomayı aldılar derken Ömer
birdenbire “sıfırcı hoca” kesildi başımıza iyi mi?
“Gittin kanadı
kırık kuştum
Sustum, sözlerime
küstüm
Hani kırılırsın
siyaha,
Nöbet nöbet geceler
boyunca”*
Ben Defne’yi her zaman, gül ile
bülbül hikayesindeki bülbüle benzettim. Ömer düğünün ertesinde onu bırakıp
gittiğinde de yuvadan atılmış, kanadı kırık bir kuşa döndü, Ömer’in deli
hasretiyle birlikte öylece kalakaldı. Hatasının farkındaydı, hiçbir zaman işi
yüzsüzlüğe vurmadı zaten. Öyle olmasa bu kadar vicdan azabı çekip helak olmazdı
ki oyun süresince. Sonuçta kendi elleriyle kendisini ateşe atmıştı belki ama
böyle harlı bir ateşte yanacağını da tahmin edememişti. Bu ayrı geçirdikleri bir yıl boyunca neler
neler yaşadı kim bilir? Belki ağzından zar zor çıkan itirafın onu bu hale
getirmesinin etkisiyle sözlerine bile küstü. Belki ağlama nöbetleri geçirdi
geceler boyunca. Ömer benim gözümde, içine Defne’nin ışığı vurdukça güzelliği
ve parlaklığı ortaya çıkan puslu bir lacivertti hep. Ama Defne’nin ışığı
sönünce, Ömer de eskisinden koyu bir hale, siyaha dönüştü ve Defne de
düşündükçe zamanla o “siyaha” kırıldı. “Konuşarak halledemez miydik? Bu kocaman
aşkın yanında hiç affedilecek yanı yok muydu yaptıklarımın?” diye düşündü belki
de.
Gitmek Ömer’in hakkıydı, giderken
de haklıydı. Bu gidişten sonra olabilecek iki şey vardı. En istemediğimiz ve
korktuğumuz ihtimal; yaşananları asla affetmeyip İstanbul’a bir daha
dönmemesiydi. Olası bir durumdu; aşkı öfkesine galip gelmeyebilir, yaşananları
hazmetmesine yetmeyebilirdi. Defne’yi çok sevdi diye illa onunla ömür boyu
olacak diye bir kural yoktu ki. Onu anlamayabilir yahut anlayıp sevmeye devam
etmesine rağmen birlikte olmayabilirdi. Bunları yapsa da kızamazdım. Defne de
hata yaptı sonuçta, aylarca durumu Ömer’den gizledi. İkinci ihtimalse;
yaşananları, tüm sevdiklerinin ona böyle bir oyun oynamasını kafasında bir
yerlere oturtup, Defne’yi de anlayarak şimdiki gibi onun sevgisini geri
kazanmak için çabalamasıydı. Ki sindirme süreci bir yıldan daha uzun da
sürebilirdi, neden sürmesin? Bu iki ihtimal de gayet olabilecek durumlardı ve
Ömer ikisinden birini yapma hakkına sahipti. (Şükür ki o ikinci şıkkı seçti.)
Ama Defne de bunun karşılığında,
Ömer’in gidişini uzunca bir reddetme sürecinden sonra kabullenip terk edilişini
sindirmiş, hayata yeniden başlamışken karşısında onu görünce kırgın, kızgın ve
mesafeli olma hakkına sahiptir. Ömer’le artık birlikte olmak istememek de
hakkıdır.(ki böyle bir şey yok) Ömer düğünden sonra Defne’ye yeniden
güvenemeyeceğini söyleyerek çekip gitti ve evliliği de iptal ettirdi. Gittiği
yeri söylemeyerek ve zaten geride kalanı yakıp yıkarak, belli ki Defne’ye, onun
51.bölüm sonunda kendisine tanıdığı gibi, hatasını telafi etme imkanı tanımadı.
Ve artık olaylar zaman aşımına uğradı…
Yazı devam ediyor...