Dizide sağ olsun aksiyon,
hareket bitmek bilmiyor. Devamlı bir sirkülasyon söz konusu. İki saniye başımı
çeviremiyorum. Pür dikkat izlemem gerekiyor. Hal böyle olunca bölüm bittiğinde
külçe gibi ağırlaşıyorum. Yazana, çekene, oynayana bol sabır ve başarılar
dilerim. Zor iş. Hafta dediğin şıp diye geliveriyor. J Bu haftaki özetli-yorumumu yazarken son sahneyi göze
alarak başlığı koymuştum. Gelin görün ki, bu tuhaf aksilikler benim peşime de
düştü. Yazımın başlığını attıktan sonra, fırtınadan kaynaklı elektrikler
kesintisi oldu ve normal insan için geç sayılacak bir saatte geldi. Anlayacağınız
bu haftayı bölümle eşit kapattım diyebilirim.
Ah babacığım, bak sana kimi getirdim? Yakında pembe panjurlu köşkümüz, bıdık bıdık koşan çocuklarımız da olacak (Yeşilçam tonlamasıyla iyi gidiyor).
Bu el benim!
Gülfem’in “cazip” teklifi
Mert’e derin bir soluk aldırdı. Lakin aynı şey ne Gülru için, ne de Ömer için
geçerli değildi. İkisinin de yüreği sıkıştı. Durum karşında şoke oldular. Ne
diyeceklerini bilemediler. Gülfem ise lafları (laf kelimesini kullanmaktan
hoşlanmıyorum ama duruma en iyi düşen buydu) ağızlarına tıkalamakla meşguldü. Aynı
şey Mert için de geçerliydi, Ömer’e “hayırlı olsun” bile dedirttirmedi. Halide
Hanım içindeki fesatlığı bir kere daha kustu. Aklı sıra Gülfem’i dolduracak.
Ama bir Gülfem Sipahi buna asla izin vermez. Vermeyeceği gibi de haddini ve
yerini bildirir. Hepimizin duymak istediğini Halide’ye bir çırpıda
söyleyiverdi: “Sen birini bul, seni de evlendireyim!”
Zafer benimdir!
Sensin, beni çıldırtan.
Ölümün, elimden olacak Gülfem!
Gülfem, Cihan’a haberi nasıl
vereceğini düşünürken, bir yandan doktorunun gözetimi altında olmasını
istiyordu. Ne olacağı belli değildi. Konuşmadan önce rahatlamak ve zaferini
kutlamak adına sıcak ve bol köpüklü banyosunu yapılmaya koyuldu. O yetmiyormuş
gibi bir güzel kulak tıkaçlarını da taktı. Fakat hayatta her şey, insanın
istediği gibi gitmiyor işte. İlla bir arıza ya da bir delik açılıveriyor
aniden. Böyle zamanlar için Halide “cadısı” ilaç niyetine bire bir! Yahu sana
ne? Başkasının işine niye sokarsın burnunu? Hem de söz konusu Gülfem Sipahi
iken. Gözünün yaşına bakmadan harcar adamı. Gülfem’i tanımıyormuş gibi yemedi,
içmedi (bu huyundan bir türlü vazgeçmiyor) Cihan’a yetiştirdi. Cihan’a
yetiştirdi (!) Biliyor Gülru’ya olan zaafını. Bile bile niye yapıyor? Oracıkta
krizi atak yaptı ve ilk işi Gülfem’i boğmak oldu. Öldürmek istiyordu. Öldürmek
istiyordu, çünkü hayatının kısıtlanarak elinden alınacağını düşünüyordu. Çözümü
Gülfem’i öldürmekle bulabiliyordu. Halide, Gülfem’i Cihan’ın elinden zor aldı.
Gözü döndü bir kere. Halide, Cihan’ın vaziyetinin ciddiyetine vardığında ödü
Üsküdar’ı geçmişti. Haktır ama…
Hayat bana hep gol atıyor. Neden ben!
Rakibimle tanışmam böyle mi olacaktı ha? Böyle mi?
Cihan duyduklarından dolayı
kendini kaybetti ve tüm savunmasızlığının yanına çaresizliğiyle aklına ilk gelen
gitmekti. Ne yol, ne de iz biliyordu. Doğma büyüme İstanbulluydu, fakat
İstanbul’a dair hiçbir şey bilmiyordu. Kaybetme korkusu içinde bilmediği
sokaklardan caddelere doğru kaybolmuştu. Karşıdan karşıya bile geçebilecek gücü
yoktu. Az kalsın ezilecekti. Derken yolda gördüğü bir kızı Gülru zannetti ve
sarılmak istedi. Ne yazık ki o kız, Gülru değildi ve Cihan’ı sapık zannettiler.
Bir anda seferber Türk milletimiz (!) Cihan’a linç girişimde bulundu. Tekme,
yumruk ne istersen vardı. Mert, ilk kez işe yaradı ve Cihan’ı ölmekten
kurtardı. Yetişene kadar ağzı yüzü kan içerisinde kalmıştı. Cihan, kendisini
kurtaranın Mert olmasını istemezdi ama o anki şartlarda o vardı. Allah’tan
oradaydı.

Cihan’ın durumuna dışarıdan
bir gözle bakacak olursam, senaryoda bazı kelimelerin kullanılmasından aşırı
derecede rahatsızım. İnsanlar arasındaki sınıf farklılıklarını bu denli
kanırtmamıza gerek yok. Kimse bulunduğu konumu seçemiyor. Bu bölüm de deli
kelimesinin kullanılmasında epeyce rahatsız oldum. Vücut sağlığımız
bozulduğunda nasıl hasta oluyorsak, ruh sağlığımız bozulduğunda da ruhumuz
hasta olabilir. Ama bu deli olduğumuzu göstermez. Cihan’ın psikolojik
rahatsızlığı oldukça ağır seyrediyor. Kendisinin kontrol edemediği, beyninde
süre gelen bazı iletişimsizliklerinden kaynaklanan bir şey bu. Sen kovana çomak
sokar gibi olayları deşersen tabii ki de atak geçir. Sağlam insana yapsan o
bile sonunda patlar. Evet, insanları öldürmeye bile gidebilir. Tehlikeli bir
boyutu yok mu? Var. Çevremizde örneklerine çok sık rastlayabiliriz. Kardeşimiz
olur, annemiz olur, komşumuz olur, olur da olur… Körü körüne gitmekle, “Sen
delisin” demekle bu iş olmaz. Her şeyin bir adabı oluğu gibi, bu tür durumların
da olur yolu muhakkak vardır. Halk arasında “deli bu, ne yapsa yeri” anlayışı
silinmedikçe Cihan gibi birçok insan yitip gidecek. Soyutlamak yerine
sosyalleştirilebilmeliyiz.

Gülfem’in yıllar önce çocukça
yaptığı kıskançlığı zaman içinde kendine döndü. Yirmi altı yıl sonra Cihan,
Gülfem’i öldürmek istedi. Tarih tekerrür edermiş. Aslında tekerrür eden tarih
değil, insanların hal ve hareketleridir. Bir bakıma etme, bulma dünyasıdır.
Gülfem, Halide Hanım’ı tehdit
etti. “Seni kovamam. Bunu ikimiz de biliyoruz. Ya edebinle oturursun, ya da
ben, seni oturmayı bilirim.” tarzında
bir konuşma yaptı. Bu defa Halide Hanım çok korkmuştu. Sürekli Cihan’ın öldürme
teşebbüsünden bahsediyordu. E tabii, can tatlı.
Bak babası, bebeğinle tanış.
Yonca’nın hamilelik oyunu (!)
tehlikeli olmaya başladı. Başka bir hamile kadının ultrason ve tahlil
sonuçlarına kendi ismini eklettirdi. Yetmiyormuş gibi hastaneye gitmiyorum,
kontrolümü evde yaptırıyorum diye Ömer’e ve Gülru’ya yalan söyledi. Bu devirde
evde kontrol yapılıyormuş (Hı hı canım, biz de yedik). Herkese söylenir de
Ömer’e söylenecek şey mi bu? Akıllı geçiniyorsun ama küçük hesaplarında peşinde
boğuluyorsun Yonca. Boğuldukça batıyorsun.
Ultrason kâğıdını cama yapıştırmakla, amcasına duygu sömürüsü yapmakla o
iş yürümez. Ben diyeyim, önümüzdeki bölüm gebelik oyununu Yonca kaybeder. Zaten
ağrıları da başladı. Daha ne kadar sürdürebilir ki?


Yener iki bölümdür Mebrure’yi
dolandırıyordu. Bu bölüme de bir yenisini ekledi. Tamı tamına iki bin beş yüz
lirasını alacaktı ama olmadı. Mebrure’ye artık zavallı diyemiyorum. Bu kadar saflık
ancak aptallık olur. Kendini kullandırmamak kaydıyla iyilik yapmak, durumu zor
olan birine yardım etmek dünyanın en şahane görevlerinden biridir. Şevket’in
gördüğüne sevineyim mi, üzüleyim mi? Bilemedim. Mebrure’nin dişinden
tırnağından arttırarak yastık altında topladığı paraya Şevket el koydu. Tam da
Yener’le buluşmaya gidecekken. Şevket’le “Benim param, senin paran”
tartışmasına başladılar ve Mebrure, Şevket ile baş edemeyeceğini anlayınca Cahide’ye
söylemeye gidiyordu. O sırada merdivenlerden yuvarlandı. Gözü falan kararmadı. Şevket
acımadan merdivenlerden itti. Ambulans çağırma nezaketinde bile bulunmadılar. Çünkü
Mebrure’ye “Keşke ölse!” gözüyle bakılıyor. Ölsün de ayak dolaşığından
kurtulsunlar (Şevket-Cahide).
"Mutsuz bir anne-babanın istenmemiş çocuğu nasıl mutlu olabilir ki?... Mutluluğu parayla satın alamıyorsun işte"
Taner bunu duyduğu gibi kan beynine sıçradı.
Herkesin muhakkak hayatında zayıf noktası vardır. Çoğu insan zayıf noktası
yüzünden yenilir. Taner Hekimoğlu gibi bu dizide de zayıf noktası olan karakter
çok. Bu defa Taner Hekimoğlu yenilgiye uğradı. Şevket’in pişkinliği gün
geçtikçe çoğalıyor ve etrafındaki herkese sebepli-sebepsiz zarar veriyor. Aralarında
geçen tartışmaya Çiçek de şahit oldu. Bu nedenle Taner’e ilk defa hak verdi.
Mutsuz bir aileye sahip olduğu için böyle agresif ve tutarsız davranışları
olduğunu anladı. İkisi konuşurken Yonca gördü. Deliye döndü. Kız kardeşinin,
erkeğini elinden aldığına emindi. Aslında kıskanmasının sebebi Çiçek’in hem
akılca, hem de tahsilce kendisinden üstün olmasıydı. Benim bildiğim Yonca, bunu
Çiçek’in yanına bırakmaz. Burnundan fitil fitil getirir.
İşine gelmediği zaman yara parmağa bile ilaç sürmeyen Gülfem, Ömer için mutfağa giriyor ve sofrayı donatıyor. Fotoğrafa iyi bakın ve tadını çıkarın. Gülfem'i bir daha böyle göremeyebilirsiniz.

Yonca, Çiçek’e olan öfkesi
yüzünden Gülru’ya bebeği aldıracağı (!) yalanını söyledi. Adada yaptıracakmış.
Bunu duyan Gülru, soluğu yardım meleğinin yanında aldı ve bir çırpıda yola
koyuldular. Küçük, tuhaf aksilikler budur ya… Gülru kızımızın telefonunun şarjı
bitti. Tekneyle de denize açıldılar. Bu sırada Gülru, Ömer’in telefonuyla Yonca’yla konuşurken teknenin
sarsıntısıyla telefonu denizin karanlık sularına gömdü. O da bir şey mi?
Jeneratörün enerjisi kesildi ve denizin ortasında kalıverdiler. Kader mi, yoksa
yazı mı dersiniz bilmem ama evren, Gülru ve Ömer aşkını çağırıyor.
Sürç-i lisan ettiysem affola.
Motris