Tam manasıyla erkekler Mars’tan
kadınlar Venüs’ten durumu mevcuttu o kavgada. Defne aslında orada geçmişi
bahane edip, geleceği düşünerek soruyor o soruları. Kendisinin var olmadığı bir
gün gelirse Ömer’in Fikret’e kayma ihtimalini sorguluyor. Ama Ömer de bunu
bilmediğinden şimdiye etki etmesi mümkün olmayan geçmiş sorgusuna dair doğru
olduğuna inandığı cevabı veriyor. Defne kızıl saçlarıyla simurg olup Ömer’in
gönlüne konmuş zaten. Ömer’in hayatında turuncu bir devrimi gerçekleşmiş,
gelecek için daha ötesi yok ki onun gözünde. İkisi de birbirlerinin farklı
zaman dilimleri için konuştuklarının farkında olmadığı için de bu yanlış
anlaşılma aradaki gerilimi yaratıyor.
Ömer biraz da haksız yere
suçlanmasının verdiği hayal kırıklığı ve öfkeyle Defne’nin ikna edilmeye olan
ihtiyacını fark edemedi. Bu kadar net ve doğrucu Davut bir adam olarak Defne’yi
sakince ikna etmek istese de benzer cümleleri kurardı bana kalırsa. Ama hiç
değilse biraz daha doğru bir tonda, biraz daha yumuşatarak söylerdi derdini. Ki
zaten Defne, o öldürücü bekleme sürecinde kafasında kura kura kendi cevabını
vermişti. Ömer “ömrüm boyunca ben yalnızca seni sevebilirdim” diye beylik bir
laf etse dahi, “Yalan söylüyorsun işte!” diye püskürme ihtimali oldukça
yüksekken gerçekleri böyle katı şekilde duyunca kırıldı. Halbuki beni kalbimden
vuran, içtenlikle söylenmiş “Ben seni hiç kırmak ister miyim? Sen benim
canımsın.” lafı burada gönül almak konusunda daha etkili olabilirdi. Yalan
söyleme tabi de, güzel doğruları söyle. De ki mesela;
“İlk
defa seninle bütünlendim, anlıyor musun
Anladım yaşadığımı her nefes alışta
Seninle geçtim bütün zamanlardan
Seninle var oldum
Eridim seninle bir sonsuz çalkanışta”**
Ayyh, bu kadar güzel bakma, sinirli kalamıyorum!
Defne’nin, Ömer’in bilmediği,
korkularının yatıştırılması için o an ve sonrasında da daha büyük bir şeylere
ihtiyacı vardı. Salt “seni seviyorum” yetmez bazen, “ “seni” seviyorum”u da duymak ister insan, bilse de görse de arada
duymak ister. Çünkü böyle kriz anlarında sadece “çok sevmek” veya “güzel sevmek” karşı
tarafa yetmeyebilir. İnsan “hep”
sevileceğini hissetmeye, kızgınlığının bile güzel olduğunu birebir duymaya
ihtiyaç duyabilir. Yoksa “canımın içi” gibi son derece derin bir hitap bile
arada kaynayabilir. Her ne kadar bu bölüm göremesek de bizim bir köşeye sıkışmış Defnemiz vardı aslında. Herkes
üstüne gelirken, sıkışıp kaldığı labirentin içinde bir çıkış yolu bulamadığı
için ezilip un ufak olan hani… Geçen bölüm Ömer’in onu sindire sindire, her
hücresiyle sevişinden aşkına ikna olup sakinleşmişti. Ama ettikleri kavganın
etkisiyle bu sefer de kaderin oyununa yenik düşmekten korkmaya başladı.
Evlenmek üzere olmak, bir ilişkinin, bir aşkın teminatı değil. İnsanın
gönlü bu aşamada da, hatta evliyken bile bir başkasına kayabilir. Kabullenmesi
kolay olmasa da çok insani bir durum. O yüzden aşkın varlığına ikna etmek için
“Biz evlenmek üzereyiz Defne!” cümlesi yeterli bir argüman değil. Mesela evlenmek
üzere olmak, Ömer’in, sırf Selim’in ona olan bakışlarını gördüğü için Defne’yi kıskanmasını veya o daha damat sıfatıyla o evde henüz misafir edilmemişken Selim’e kahveler
sunulmasına bozulmasını önlemiyor. Ve bu kıskançlık Ömer’in Defne’nin aşkından
şüphe ettiğini de göstermez. Çünkü bu hayatta sezgi denen bir şey var. Böyle kavgaya yol açan kıskançlık konularında iki
taraf da kendini haklı görmeye meyillidir. Taraflar kendi hislerinden, yanlış
bir şey yapmayacaklarından emin oldukları için ortada “kıskanılmayı”
gerektirecek bir durum göremezler. O yüzden karşı tarafça
bunun anlaşılamamış olmasına içerleyip hayret ederler. Ancak karşı tarafı kıskanırlar. Çünkü esasında o üçünü
kişinin sadece “varlığından” rahatsız olurlar, herhangi bir şey yapmasa bile.