Ne diyor bakalım bu çocuk yine, bir kulak kabartayım.
Dün akşam 1. sezon itibarıyla dizi için bestelenen ne kadar müzik varsa hepsini en az ikişer üçer kere dinledik sanırım. 19. bölümü diyaloglar değil, müzikler anlattı. Başrolde aslen Aytekin Ataş vardı. Sorun şu ki, çok güzel besteler olmalarına rağmen bu derece nefes aldırmadan ve abartıla abartıla kullanıldıkları zaman ister istemez itici olmaya ve hatta bazı sahneleri komikleştirmeye başlayabiliyorlar.


Ork kardeş, bunlar durmadan "Taş üstünde taş, baş üstünde baş kalmayacak" deyip duruyorlar bu dizide, senden mi esinlendiler n'aptılar? Doğrusu "Taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmayacak" değil miydi o deyimin? Bir düzeltmek lazım yani, değil mi? Şu kestiğimiz başları salıverin bakalım üzerlerine. Hıhıhıhıhı :D

Aslında yabancı dizilerde ve hatta filmlerde müzikler belli başlı kritik ve büyük sahneler haricinde bu kadar baskın şekilde kullanılmazlar. Adı üstünde “fon müziğidir” bunlar, izlediğimiz sahnelere usul usul eşlik ederler, sahnelerin önüne geçmezler. Varlıklarını çoğu zaman hissetmeyiz bile. Hatta bazı yönetmenler buna hoş bile bakmazlar. Müziğin, oyunculukların ya da senaryonun önüne geçmemesi, ortadaki işi fazla “süslememesi”, eserin gerçekçiliğini gölgelememesi gerektiğini düşünürler. 

Örneğin Game of Thrones’un 47-48 dakika süren bir bölümünde gerekmediği sürece doğru düzgün müzik bile duyamazsınız. Muhteşem Yüzyıl’da ise (her iki dizide de) oyuncuların herhangi bir müzik kullanılmadan sarfedebildikleri replik sayısı en fazla dört veya beştir. Ardından hemen başlar bir müzik çalmaya. Bahsettiğim fon müziklerinden farklı olarak hepsi gayet baskın ve dizinin sahnelerinden bağımsız başlı başına oturulup dinlenebilecek görkemde besteler oldukları için de durum bazen yorucu olmaya başlayabiliyor işte.


Heeey-ya...Ceylan avlamaya gidiyoruz...Heeey-ya...Çok tehlikeli bir iş....Heeey-ya...Yere sessizce basın...Heeey-ya...Len...kaçtı işte...Heeey-ya...Şu müziğin sesini kısın demedim mi ben size İskender? >:(( Heeey-ya...Bak yine -_-

Örneğin dün akşamki bölüm zaten baştan sona müzikle doluyken, özellikle Ahmet’in kafasını dağıtmak için Edirne’ye gittiği (ama kendi kafasını değil, kendi halinde tavuk çeviren üç tane adamın kafasını dağıttığı) bölümlerde işin dozu resmen kaçtı. Her sahnesinin değişiminde, adımını attığı her dakika başka bir müziğin devreye girmesi şahsen beni usandırdı. Hele bir ara ava çıktıkları sahnede, avlarına usul usul yaklaşırlarken çalmaya başlayan, dizinin zurnalı o meşhur hareketli müziğinin kullanılması artık pes dedirtti. 


Stres topu niyetine taşla kafa ezmek...Hesabını soran da olmaz. Bayılıyorum padişah olmaya ^^

Sahnenin ambiyansına uygun bir şekilde, grup avlarına sessiz sedasız yaklaşmaya çalışırken ayaklarından çıkan çıtırtılardan başka hiçbir ses kullanılmasa, o av sessizliği aynen verilse neyi eksilirdi mesela o sahnenin? Hiçbir şeyi…Tam tersine çok daha gerçekçi olurdu ve ceylan avlamanın, savaş müziği çalınması gerektirecek kadar ciddi bir durum olduğunu düşündürüp komikleşmezdi. Müzikler çok güzel ama bu da bir dizi, müzik cd’si ya da konser DVD’si değil. Ciddi şekilde biraz frenlenmesi gerektiğini düşünüyorum bu durumun.


Küçüğüm, daha çok küçüğüm, bu yüzden bütün korkularım. Gururum bu yüzden, bu yüzden çocuk gibi korunmasızlığım :((

“E iki sayfadır müzikleri okuyup duruyoruz, bölümde üstüne konuşmaya değecek başka hiçbir şey yok muydu?” diye soracaksınız doğal olarak, en başta da söylediğim üzere şahsım adına hayır, maalesef yoktu. Sadece bir-iki ufak nüans vardı takdire şayan olan. Bunlardan başlıcası da babası gibi sevdiği, babası yerine koyduğu Derviş Paşa’nın ölümünün hemen ardından annesini de kaybeden Ahmet’in küçük bir çocuk gibi ağlaması ve düşmanı Safiye Sultan’ın kızı olsa bile Hümaşah Sultan’dan sarayda kalmasını yine de bir “aile büyüğüdür” diye istemesi ve bunu rica etmesiydi. 


10 dakikadan beri küpemin tersi döndü, bir uyarmıyorsun, bir düzeltmiyorsun Bülbül. Haremdeki o Kösemcilere inat rütbeni yükseltip seni yanıma aldım ama valla sen adamı yarı yolda bırakırsın bu gidişle.

Ekin Koç’un sakalları her ne kadar 30 yaşındaki bir adamın sakalları gibi uzamış olsa da Ahmet’in aslında hâlâ 15-16 yaşlarında, padişah olsa bile içten içe yanında bulunacak olgun, yetişkin bir insanın desteğine ihtiyaç duyan bir “genç” olduğunun hatırlatıldığı bölümdü. Derviş Paşa’yı çok kolay harcamış olması geçen bölümde beni kendisinden biraz soğuttuysa da bu bölümdeki halini görüp sempati duymamak da pek mümkün olmadı.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER