Hayranım sana, sabrına
sakince karşımda durup
meydan okuyan o tavrına,
varlığına…*
Defne çok güzel seven bir kadın,
Ömer’e ve bu aşka verdiği emek asla inkâr edilemez. Ömer, aşkının tüm
güzelliğiyle karşısında dupduru duran, bu güzel kalpli kadına hayran olmayıp da
ne yapsın? Defne’nin o gece öylesine kendinden emin, öylesine meydan okuyan bir
hali vardı ki… Evet, aşkı çok yordu Ömer’i, belki çok yıprattı ama Ömer’in bir
türlü vazgeçemeyişi de hep Defne’nin bu güzel ve farklı sevişinden.
Bazen usul esastan önce gelir.
Birini sevmemiz kadar, nasıl ve ne şekilde sevdiğimiz de önemlidir. Bu yüzden
“güzel sevmek” diye bir şeyin varlığına inanırım. Güzel sevenler koklayarak
öperler mesela sevdiklerini. Sevdikleri kişiye yaşaması için, birlikte
oluşturdukları ikili hayatın yanı sıra, kendine ait bir hayat alanı da bırakırlar.
Zira bir mabedi ayakta tutan sütunların bile belli aralıklarla durduğunun bilincindedirler.
Sevdiklerinin yaptığı hatalara bahane bulmazlar ama onlara sunacakları koca bir
parça anlayış her daim mevcut olur. Aşka hiç yakışmayan bencilliği ise ıssız
bir dağ başında bırakırlar, kurda kuşa yem olsun diye.
İşte biz de tam olarak böyle bir
“güzel sevmenin” Defne ile Ömer arasında, ilmek ilmek işlendiğini izledik
haftalarca, aylarca. Defne tüm bu emeklerinin karşılığını da geçen hafta aldı
aslında. Yüksek duvarlı, katı kurallı Ömer’in Defne’yi sırlarıyla kabullenmesi, ona “güvenmeyi” tercih etmesi, Defne'nin en büyük ödülü oldu. Yalnızca
biz göremedik o kadar. Yoksa Ömer, merakına rağmen o Tramba'yı dinlememeyi ve sözlerini kafasına takmamayı "seçmezdi".
Defne’nin verdiği tüm bu emek,
gösterdiği bunca çaba, onun denize birer ikişer bıraktığı can simitleri şu an.
Oyun ortaya çıkıp da, o dalgalı denize düştüğünde birinden biri veya hepsi
birden boğulmasını engelleyecek. Deniz feneri gibi sunduğu ışığı Ömer’den
yansıyacak, bu sayede Ömer onu o fırtınalı denizde bulacak ve kurtarıp hayat
öpücüğünü verecek. Çünkü artık Ömer’in, her şeyi öğrendikten sonra, Defne’nin
aşkından şüphe etmesi ihtimalini çoktan aştık. Öyle çok şey yaşandı, Defne -burası
oldukça mühim- içinden gelerek öyle çok şey yapıp, arkasında bu aşkın
sahiciliğine dair o kadar çok ipucu bıraktı ki, aşkının şüphe edilecek tarafı
kalmadı. Ben, oyun ortaya çıktığında, Ömer’in “Her şey yalanmış!” tavrına girmeyeceğine
inanıyorum. Yalnızca “su gibi” gördüğü Defnesinin böyle bir oyuna girmiş
olmasına yıkılacaktır.

Birine mektup göndermek, ona hiç kıpırdamadan
kalbinizi göndermektir derler. İnsan, kalbinden geçen lakin kimi zaman
heyecandan, kimi zaman çekingenlikten dile dökemediği şeyleri karşısında
muhatabı yokken, yazarak daha rahatça ifade edebiliyor. Bu nedenle her ne kadar
mektup devrinde doğmamış olsam da mektup okumayı severim. Hele de bunlar ünlü
şairlerin veya yazarların elinden çıkan aşk mektuplarıysa. Mahrem şeyler de
olsalar bir aşka tanıklık etmek, muhatabı benmişim gibi bir kalbin derinlerine
dalmak hoşuma gidiyor.
Ömer
“Milena’ya Mektuplar’ı” okurken, Defne de benimle aynı hislerle dinledi bana
kalırsa. Ömer, o sözler sanki kendi yüreğinden kopup geliyormuşçasına, doğrudan
Defne’ye söyler gibi okudu. Defne ise olaya çift yönlü baktı; hem Ömer o
sözleri kendisine söylüyor gibi dinledi hem de kendisi de Kafka’nın hislerini
paylaştığını geçirdi aklından. Gün boyunca Ömer’i izleyebilir Defne; çizim
yapışını, kahve içişini, uyuyuşunu... Gömleğinin cebinde yaşamayı da bunun için
istememiş miydi zaten?
Yazı devam ediyor..