The
Honourable Woman dökülen bunca kan, mahvolan bunca hayat
ve yaşanan tüm dramlara rağmen, Stein Ailesi için gerçekleşebilecek en mutlu
sonla finalini yaptı. Peki dünya için mutlu bir son muydu? Elbette! Çünkü
dünyayı yöneten süper güçler, bu yeni durumlara göre planlarını yapıp, stratejilerini
ortaya koydular, her şey yine bir uyum içinde yoluna devam edecek. Birkaç
koltuğun sahibi değişecek, süper güçler güçlerini koruyacak, masumlar
hayatlarını kaybedecek, kalan sağlarla yola devam edilecek. Peki dramın
ortasında yaşayan insanlar için mutlu son muydu? Yapılan açıklamalar Filistin
açısından umut vaat ediciydi ama, sonuçlar kesinlik kazanmadan bir şey söylemek
pek doğru değil.
Son bölümün öyküsüne dönersek, öncelikle Dışişleri
Bakanlığı Özel Danışmanı Kate Larsson’ın Monica Chatwin bağlantısını öğrenip,
kadının açıklamasında duyduğu “She has agreed” cümlesi ile aydınlanan Hugh’un
bulduklarını ve ortaya çıkanları şöyle bir toparlayalım:
Amerika İsrail’e destek verirken bir yandan da
Filistin’le haberleşiyormuş. Tavşana kaç, tazıya tut hesabı… Samir Meshal de,
Filistin ve Amerika arasında arabulucuymuş. Kate Larsson’la görüşmüş ve
Filistin’e haber “She has agreed” diye haber vermiş. İsrail bunu duymuş. Amerika,
İsrail’in bu konuşmayı duyduğunu biliyor. İsrail’den önce Samir Meshal’e
ulaşıyor ve öldürüyor. Çünkü kendisinin Filistin’le de iletişimde olduğu, belki
de ortak hareket ettiği, İsrail tarafından bilinsin istemiyor. Amerika böylece
şu “iyi” görüntüsünden çıkmamış oluyor. Nessa’ya düzenlenen suikastse, Hugh’a
göre, Monica’nın işi. Böylece Amerika Tanrı’nın elini, Monica da Amerika’nın
elini kolaylaştıracaktı.
Bisküvinin çaya batırılıp, ağıza götürülmesi arasında geçen zaman önemlidir.
Final bölümüzde; Amerikan Dışişleri Bakanı çıktı ve
Hugh’un bisküvisini çayına düşüren açıklamalarını yaptı: “Bu suikast, İsrailli
Örgüt’ün ülkesinde hiçbir engelle karşılaşmadığını gösteriyor. İsrail var
olduğundan beri, Amerika hep onun yanında oldu. Ama biz bu korkunç suikaste
sessiz kalamayız. İsrail’in politik bir de duruşu olmalıydı. İşte bu yüzden
Filistin Yönetimini devlet olarak tanımaya ve BM’e kabulüne artık karşı
çıkmayacağız.” dedi. Hani rüyamızda görsek inanmayız.
Nessa ise yaşıyor. Bunu, hikayenin en masumlarından
Shlomo aracılığıyla öğrendik(baştan beri kendisinden şüphe duyduğum için, ona
bir özür borçluyum). Nessa, patlamadan yaralı olarak kurtulup, Al-Zahid
tarafından, Kasım’ın da bulunduğu bir yerde, yeniden tutsak edilmiş. Nessa, Kasım’ın
sesiyle kendisine gelip yatağından fırladı. Bu arada orada duran telefonla
Shlomo’ya haber uçurmayı akıl etmesini de takdir ettim.
Yalnız Nessa’nın ikinci kez alıkonuluşu ve ikinci
kez hiçbir yönetimin onun için kılını kıpırdatmayışı ne olacak… Hani en üst
düzey ilgiler? Ah Ephra hayatta olsaydı, ne yapar eder çıkarırdı onu oradan, kim
bilir belki bu kez kahramanlığının hakkı bile verilirdi…
Atika, gerçek yüzünü Nessa'ya ilk kez gösterdi.
Hugh yine planını yaptı ve Atika’yı Filistin’e
gönderdi. Nessa’nın Atika’yı karşısında görünce olayları analizleyip tek kelime
etmeden, “ne kadar aptalmışım” gülümsemesi, yine oyunculuk adına mükemmel bir
sahneydi. İki kadın kartlarını masaya açtılar. İkisinin de elinde en çok
kaybettiklerinin acısı vardı. Atika, ilk olarak, yıllardır içinde tuttuğu o kendini
aklayan cümlesini sarfetti: “O adamın sana yapacaklarından haberim yoktu.” Ne
yapmalarını bekliyormuş ki?? El dokuması halı hediye edip, memleketine mi
göndereceklerdi! Bir de utanmadan “Kasım’ı ailesine kavuşturduk” demedi mi! Ona
koşulsuz güvenen Nessa söz konusu olduğunda, Atika’ya kızıyorum elbet, ama bu
onu anlamıyorum demek de değil tabi… İşte o da kendini Nessa’ya anlatmaya
çalıştı. Nessa ona “neden” diye sorduğunda, bir an, dava dediğinin aslında bir
kan davasına döndüğünü, vatanlarını özgürleştirmek için çıktıkları yolun
intikam yoluna dönüştüğünü ve bu intikamın hedefinin Nessa olması Atika’ya da
anlamsız gelmiş gibi hissettim. Belki de yanılıyorumdur. Atika, belki inancını
tazelemek, belki de karşısındaki kendisini bugüne kadar tek dost olarak görmüş
kadını ikna etmek için fragmandaki o cümleyi söyledi. “Bir ulus için bedel
neyse, yapılır.” Atika’nın davasına inancı anlaşılır bir durum, ama Nessa’ya dönüp
“kablolarla mı uzlaşmayı sağlayacaktın” şeklinde çıkışması ne anlamsızdı. Ne
yapacaktı ki Nessa, elinden gelen oydu, onu yaptı. “Bana acı verenlerin
soyundan” diyerek, hak etmeyenlerin hayatını karartmaya vesile olmadı en
azından… Gerçi Atika da bazı anlamsızlıkların farkına varmış olmalı ki; Hugh’un
teklifini kabul etmiş, Nessa’yı kurtarmak için Filistin’e gitti.
Masanın üzerindeki bıçak, Al-Zahid tarafından konuldu, biliyor ki Nessa onu kullanmayacak.
Nessa’nın karşısına çıktığı ikinci kişi Zahid El
Zahid oldu. Söylemeden rahat edemeyeceğim: Adam, intikam almak ve acı vermekten
başka bir niyeti varmış gibi, zamanında planladığı tecavüzden oluşan biyolojik
bağıyla, Kasım’ın dedesi olduğunu söyledi! Nasıl bir hak bu, asıl bir
densizlik? Bu, ne kadar densizlikse, sıraladığı diğer şeyler de, o kadar
üzerinde düşünülmesi gereken cümlelerdi. “Senin tüm ailenin ölüm emrini veren
ben olmama rağmen, sen beni öldürmezsin. Çünkü benden daha kültürlü, sofistike,
benden daha insan olduğuna inanıyorsun. Nedenini hiç düşünmeden…” Zahid
Al-Zahid, onu serbest bırakmaya, Nessa, başına gelenleri hak ettiğini
söyleyince mi karar verdi, orasını kestiremiyorum. Ama Atika’dan şüphelendiği
anda, onun da biletini kesti. Atika tabi ki ondan daha hızlı davrandı. Ailesini
öldüren şarapnelin parçasıyla, hemen orada Al-Zahid’in hayatına son verdi. Davasına
inancı zedelenmişti belki, ama onun davası intikam değildi, Atika bunu
biliyordu. Monica Chatwin’i arayıp “Nessa’yı alıp bekleyin, ben çocuğu
getiriyorum” diyerek Nessa’nın hayatını garantiledi, planı uyguladı. Bu plandan
sağ kurtulamayacağını elbet o da düşünmüştür. Davasını kazanamıyordu, çünkü kendisinden,
inancından çok daha “büyük ve iyi(!)” olanlar dünyaya hükmediyordu, gücü onlara
yetemeyecekti hiçbir zaman. Ama halkı karanlıkta kalmamalıydı, doğduğu
topraklarda özgür yaşamalıydı. Çabaları sonuç verecekti, o göremese de. Kendini
vatan için feda edeceğinin hayalini kurmuştu belki…
Atika, değerleri için kendini feda etmekten sakınmayan bir kadın...
Sonundaysa, yaşananları hak etmeyen, değer verdiği
iki kişi; Nessa ve Kasım için kendini feda etti. Monica ile planladığı buluşma
yerinde bekleyen kişi Nessa’yı öldürmeden, o adamı öldürdü. Kasım’la Nessa’yı
kendi arabasına bindirdi. Adam ölmeyip ateş etmeye devam edince, kendisi
onların kalkanı olarak orada kaldı. Hugh’a füzeyi ateşlemelerini söyledi ve
adamla beraber kendini de yok etti. Son sözü de o adamaydı: “Vatanımdan defol!”
Kasım, belki de ilk kez annesinin kucağında.
Atika’dan sonra sınıra doğru, yolun bir kısmını
arabayla, bir kısmını yürüyerek giden Kasım ve Nessa, sonunda kurtarıldı. Onu
karşılayan Shlomo oldu. Ailenin geri kalanıyla buluştular. Kasım, resmî olarak
Stein ailesine kabul edildi. Dedim ya, yaşananlardan sonra Stein’ler için olabilecek
en mutlu sondu bu…
İsrail’le gerilen Amerika’nın ilişkileri normale,
dünya da yeniden üç maymuna dönmeden önce, temizlenmesi gerekenler vardı.
Monica Chatwin gibi… Onca hırs, onca gizli iş, intihar görünümlü bir cinayetle
onun sonu oldu.
Yaşam onu hırpalamaktan vazgeçecek mi?
Finalin hemen ardından, hikayenin “onurlu kadını” ilk bölümlerde Nessa
Stein gibi lanse edilse de, aslında “The Honourable Woman” Atika, tartışmaları başladı. Burada, onurlu, saygıdeğer olmanın kriterlerini sayıp da, ne Atika,
ne bir başkası olamaz gibi bir tartışmaya elbette girmeyeceğim. Ama bence bu
hikayede “onurlu kadın”lardan çok “kurban kadın”lar vardı.
Yıllarca taraf olan, sonunda da hep tarafında
olduklarını, mutlu sona erdiren senaryoları izlemiş biri olarak, bu hikayenin; süper
güçlerin foyalarını ve gizli ilişkileri ortaya dökmüş olması beni memnun etti. Harika
bir kurgu eşliğinde, yanı başımızdaki dramın gerçek görüntülerine de yer
vermeleri artı puandı.
Son sahnede pencerede güneşin girmesini sağlayan bir
delik vardı, kimi için bir taş kırmıştı camı, kimi için mermi… Ama tutsaktı
yine herkes, en çok da Nessa…