Muhteşem Yüzyıl Kösem: Entrika asla ölmez
Vakit biraz soluklanma vaktidir. Temposu ve gerilimi hiç düşmeyen bol şatafatlı 15. bölümden sonra oldukça durağan ve biraz da sıradan bir bölümle ekrana geldi bu hafta Kösem. Daha çok bir geçiş bölümü özelliği taşıyordu. İlerleyen haftalarda ortalık tekrar hareketlenmeye başlamadan önce, bir süreden beri halledilmesi gereken ufak tefek konuları halletmekle meşgul oldu ekip 16. bölümde.

Kötü bir bölüm değildi, kendini bir şekilde izletti. Ancak bir önceki bölümün orijinalliğinden sonra Muhteşem Yüzyıl’ın güvenli limanı olarak adlandırabileceğimiz tanıdık entrikalara dayalı formüle geri döndüklerini de söylemek lazım. Bir nevi “Muhteşem Yüzyıl Best of” karması gibiydi izlediklerimiz. Eminim bir çok dikkatli seyirci bölüm boyunca olan bitenleri bir yerlerden hatırlar gibi olduğunu hissetmiştir.


Mini mini bir kuş donmuştu, pencereme konmuştu. Aldım onu içeriye, cik cik cik cik ötsün diye. Pır pır ederken canlandı, ellerim bak boş kaldı :((

İtiraf edeyim, bölümün adı “Yaralı Kuş” olunca draması oldukça yüksek, hatta seyirciyi gayet üzebilecek bir bölüm olacağı yönünde beklenti oluştu ilk dakikalarda. Malum, önümüzdeki haftalarda oldukça trajik bir hikayeye tanık olmaya başlayacağız. Minik şehzade Mustafa’nın yavaş yavaş akli dengesini kaybedip delirmeye başlamasına... Aslında 15. bölümün final sahnesi bu hikayeye yavaştan giriş yapmıştı.

Mustafa’nın gecenin kör vakti uykusundan uyanıp odasında beyaz bir kuş görmesi ve onun peşinden gitmesi gerçekten bir kuş değil de, bir kuş hayali görüyor olabileceğini hissettirmişti seyirciye. Özellikle de birkaç sahne önce onu neşelendirmek için elinde oyuncaklarla gelen Kösem’in getirdiği oyuncaklardan bir tanesinin bir kuş olduğunu da dikkate aldığımızda.


Bırakın beni, gitmeyeceğim ben. Şehzade Mustafa'yı ölene kadar ben oynayacağım. Ben Şehzade Mustafa'yım, bırakın beniiii...

Adının ima ettiği hikayeyi merkezine alıp üstüne yoğunlaşmaktansa, tıpkı geri kalanının bir geçiş bölümü özelliği taşıması gibi Mustafa’nın trajik hikayesine de bir geçiş özelliği taşıdı 16. bölüm. Böyle güçlü bir hikayenin bir anda olanca çarpıcılığıyla sunulmasını beklememek lazım tabii. O küçücük yaşta hayatının ilk büyük şokunu, ikinci bölümde cellatların elinden kıl payı kurtularak yaşayan Mustafa’nın psikolojisinin yavaş yavaş çökmesi ve kuş hayalleri görmeye başlaması on beş bölüm almışken, dengesini tamamen kaybetmesi de elbette bir bölümde olacak şey değil.

Buna rağmen küçük oyuncu Alihan Türkdemir ekranda göründüğü süre boyunca bir kere daha harikalar yarattı, seyircinin içini cızlattı. Muhteşem Yüzyıl tarihinin en başarılı çocuk oyuncu performansını, hatta en iyi oyunculuk performanslarından birini verdiğini söyleyebiliriz rahatlıkla. Zaman atlaması yaşanıp karakteri büyük bir oyuncu canlandırmaya başladığında kendisini çok özleyeceğimiz kesin.


Düştüm mapus damlarına, öğüt veren bol olur...Bir de utanmadan ellerini de beline koymuş haspa. Hele sen duuuurrr...Şuradan bir çıkayım, Elizabeth'in sidikli kumlarını sana temizletmezsem benim adım da Safiye değil -_-

Dizinin lokomotifi konumunda olan Hülya Avşar’ı ve haliyle Safiye Sultan’ı şimdiye kadar en az gördüğümüz bölüm oldu aynı zamanda 16. bölüm. Kendisini öldürmektense süründürmeyi tercih eden torunu Ahmet’in emriyle Alcatraz Hapishanesi’ne kapatılan mahkumlar gibi Kız Kulesi’nin bulunduğu adacığa kapatıldı, başındaki taçtan parmağındaki yüzüğe kadar neyi var neyi yok elinden alındı, giysin diye verilen keşiş kıyafeti gibi bir kıyafet ve ayak bileğine bağlanan zincirle çürümeye terk edildi. 15. bölümde ilk defa zindana atılan Valide Sultan görmüştük, bu hafta da ilk defa bu hallere düşen bir Valide Sultan gördük. Sizin anlayacağınız, zindanlara kapatılırken bile öncü olmayı başararak Muhteşem Yüzyıl tarihinin en özgün ve orijinal karakterlerinden biri olduğunu bir kere daha kanıtladı Safiye Sultan.


Boğaz'da efil efil tekne gezintisi de pek iyi geldi valla, darlanmıştım o sarayda iyice. Şu Zülfikar da hiç fena parça değil aslında, pek gürbüz. Şu adamı boğaza atsam da kürekleri ona mı çektirsem ne? ^^

Ancak bu defa ekranda az göründü diye üzülmeye gerek yok zira kendisinin Zülfikar Ağa eşliğinde kayıkla boğazdan Kız Kulesi’ne götürüldüğü sahne bölümün en başarılı, en akılda kalıcı sekansıydı. Digiflame’in başarılı CGI çalışmaları eşliğinde, sisler puslar içinde bir İstanbul Boğazı, o sislerin içinden heyula gibi yükselen Kız Kulesi’nin korkutucu silueti, Aytekin Ataş’ın hiçliğe yapılan yolculuğu betimler gibi usul usul tınlayan notaları bir araya gelince, sinematografisi muazzam, seyrine doyulmaz güzellikte bir sahne çıktı ortaya. Silent Hill’in tekinsiz ambiyansına benzer bir ambiyans yaratılmış desek abartmış olmayız sanırım. Üstüne kulenin içinde geçen sahneler de aynı çarpıcılıkta olunca Safiye Sultan az görünmesine rağmen yine de bölümün yıldızı olmayı bildi.


İçim çekildi ayol, bu ne? Kız Kulesi'ni dünyaya yanlış tanıtıyorlar, ecdadımızı karalıyorlar Zülfikar. Bu gece sen de yanımda kalsana ^^

Yeri gelmişken, böyle bir sürgün için Kız Kulesi’ni mekan seçen ekibi bir de bu nedenle tebrik etmek lazım. Hem Kız Kulesi’nin mitolojik hikayesiyle karakterin hikayesi arasında bir paralellik kurmayı başardılar, hem de dizinin uluslararası gösterimlerinde Türkiye’nin tanıtımını yapma rolüne güzel bir katkıda bulundular. İstanbul’a gelen turistlerin bilmediği bir mekan değil elbette Kız Kulesi ama ilk diziden sonra Topkapı Sarayı’nın yabancı seyirciler için başlı başına bir cazibe merkezi haline gelmiş olması gibi Kösem’in de Kız Kulesi’nin popülaritesine katkı sağlayacağı kesin.


Yazı devam ediyor...
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER