Biz sahne tekrarlamayı çok seven bir çiftiz ^.^
İşte bu da Ömer İplikçi dilinden aşka neler feda edilebileceğinin az buçuk şairane tespiti! (Sen rüyanda eskrim mücadelesinin arka fonunda John Wilbye okuyarak çıtayı arşa diken kişisin. “Az buçuk” notu ondan mütevellit.) Ömer’in bölüm başında Sinan’a bahsettiği o “aşktan delirme” halini içselleştirmesinin bir tezahürü. Defne’ye de, yazık, “kontrolsüz araç” gibi metaforlar üzerinden anlatmayı seçmiş. Ah be Ömüş! Kuru kızın metaforlarla tanışıklığı en geriden 10. Bölüme filan dayanıyor. A! 10. Bölüm! Hani şu Defne’nin Ömer’in evini “Feryal hanım yok mu?” diye basmaya gidip, başka türlü bir faka bastığı o efsanevi bölüm. Burada Defne’nin saçının bile aynı olduğunu fark ettiniz mi? Peki ya Ömer’in kapıya yaslanan Defne’nin üzerinden kolunu koyup Defne’yi sersemletişinin? Ömer’in de, Defne’nin de sanki 16 hafta öncesinden koparıp getirdiği, hiç gitmemişçesine anında gözlerine yerleşiveren ifadelerinin? Hiç gitmemişçesine, evet! İddialıyım, doğru, Ömer’in gazına geldiysem demek ki! Evet ısrar ediyorum, son iki haftaya rağmen hiç gitmemişçesine oradalardı, gözlerimle gördüm! Çölde susuz kalmış bedeviler gibi Ömer’le Defne’den nihayet tekrar çağıl çağıl akan duyguya dayayıp dudaklarımızı, nefessiz kalana kadar içtiğimizi de fark etmedim değil! Veya “soluksuz” kalana kadar diyelim pardon. Metaforunun detayının bile askerleriyiz çünkü Ömüş!

Son iki bölümdür gerek yazılara gerek yorumlara yazmaktan dilimi damağımı kurutan, üstelik yazmaktan zinhar hoşlanmadığım halde bana “bu nasıl aşkın ızdırabı yahu, ben aşk hissedemiyorum ki!” isyanımın bin bir süslü ifadesini arattıran -aklıma format atamıyorum, illa bulmaya çalışıyor çünkü- duygusal donukluk hali sonunda alevlere törenler eşliğinde kurban gitti! Ormanda kamp ateşine tutulan çubuklara geçirilmiş marshmellowlar gibi eridim, yumuş yumuş oldum, dış yüzüm kızardı, acayip kıvama geldim. Şimdi uyusam, sabah Noel Baba’nın yılbaşı ağacının altına bıraktığı hediyeleri açma heyecanıyla yataktan fırlayan çocuk modunda uyanacağıma eminim. (UYU-YA-MADI). Bir taraftan da itiraf etmek gerekir ki Neriman’ın zamanında Defne’ye dediği, ama bugün daha ziyade Ömer’i anlattığı görülen “bana bak aptallaşmış gibisin!” vaziyetinin bizim buralardaki temsilcisi oldum. Ama aptallaşma dernek başkanımız Mr. “Büst” Ömer İplikçi. Büst gibi adamı aşk aptal etti. Bizim kardeşimle ekseri “sopa yutmuş gibi yürüyor” dediğimiz (iyi anlamda söylüyoruz, kayıtlara geçsin!)  “postür harikası” adam yalpalamalara filan başladı matmazel! Ama nasıl diyelim... Sen nasıl diyordun onu Ömüş... He evet, ŞAHANE’ydi! Yürü be Defo, dedik mi? Dedik, dedik hatta bağırdık tabi!

O zaman dans!

Ben ne zaman “yürü be Defo!” dediysem, bölümün sonu gelmeden aklımla beraber lafımı peynir ekmekle yemek zorunda kalmışlığım var. O nedenle bunu temkinli diyorum, hani şu Ömer’in meşhur sevme biçimi gibi. İso’cum belki sen de bilmek istersin. Temkin filan koptu gitti. Bir isme özel dolma kaleme bakıyormuş meğer! (Sana Koriş’in deyimiyle dolma kalemler yakışır Ömüş, o yüzden öyle dedim) Mürekkebi uçtu, gövdesi kaldı. Neyse ki, gördüğü işlev de zaten bir süredir yazmak değil. Işın kılıcına bir dokunuşta hayat veren gücün iyi tarafının yenilmez savaşçıları gibi; Defne’nin de bir not alsın diye dokunduğu o kalem alt edilemez bir ışın kılıcı artık! Defne dokunduğu için. Defne o şekilde dokunduğu için. Defne’nin parmaklarına, saçlarına yaklaşık 150 derece açıyla değdiği için. Ey güç, sen ne kadar özelsin ve öznelsin. Nelere kadirsin!

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER