Yaşadıklarımız bizi biz yapar. Gördüklerimiz, geçirdiklerimiz, düşündüklerimiz; aklın ve kalbin süzgecinden geçirip gönlümüzün kapılarından içeri girmesine müsaade ettiklerimiz... Biz adım adım biriktirdiklerimizle var oluruz; biriktirdiklerimiz gün be gün gönlümüzün şeklini alırken. Sevdiğimiz hikayeler, efsaneler, kahramanlar hep biraz ‘biz’dir; olduğumuz veya olmak istediğimiz.
Kiralık Aşk’ın hikayesi de ‘biz’ olanlardandı işte, ilk günden beri. Kimi zaman olduğumuz, kimi zaman olmak istediğimiz ‘biz’den öyle parçalar taşıdı ki hep, bazen hayret ettik, bazen gıpta ettik. Bazen heyecandan, bazen öfkeden sıçradık yerimizden. Mutluluğun da, hüznün de tuzlu gözyaşını düşürdü dudaklarımıza kimimize mecazi, kimimize sahici olarak. Düşünün, kaç kez “yok artık!” dedik; düşüp düşüp kalkmalara doymamalar da bizimdi çünkü bugün ağlayıp yarın gülmek Kiralık Aşk sevdasına dahildi. Mutluyken “nazarlardan korkmayı”, üzgünken “sonu hayra çıkacak” demeyi bildik çünkü hayattan da buna idmanlıydık zaten; ekrana baktığımızda da gördüğümüz şey hep su gibi değildi, hep baklava börek değildi ama sorun da değildi, çünkü hayatın kendisiydi.
Bunları söyleyerek bir takım bağların inceldiği yerlere çifte değil, üçerli beşerli dikiş atmaya çalışıyorum; tekrarlarımı mazur görürseniz. Gerçeklikle olan bağlarıma, evet. İnceldiği yerden kopmamaları için. Doğru. Çünkü bir hafta evvelinden de ağzımda hissettiğim o kekremsi tadı; üstüne bardak bardak sular içmek suretiyle -araya giren serumları bir takım irritabl sendromlarla ilgisi olmadığı için karıştırmıyorum- “sil baştan” deyip temizlemeye yemin etmişliğim var. Haftalar öncesinden biletleri için kapıştığımız filmlerden koşarak televizyon karşısına oturmamın bendeki manevi karşılığını camdan bir fanusa üfleyip, balkondan dört kat aşağı atıp tuz buz edemeyecek kadar duygusalım. Manevi olarak ‘içerideyim’. Hepimiz gibi.
Bir yandan da düşünüyorum ama, yapsam mı? Düşünürken de Ömer gibi sandalyemde üç kez döndüm az evvel. O iki kez döndü farkındayım, ama bana biraz daha fazla baş dönmesi gerektiğinden benim hakkım üç olmalı dedim. Ben atsam da paramparça etsem en güzel duygularımı itinayla içinde sakladığım sırça fanusumu, Ömer de kendi gururdan kalesinin duvarlarını parçalamış sayılır mı? Ya sadece Ömer’in sırça fanusunu tuzla buz etmek yeter mi, her şeyi sıfırdan almak için? Peki her şeyi sıfırdan almak istediğimize emin miyiz zaten, başlangıç olarak? Ben değilim. Madem gerçeklik rayından çıktık veya kaydık diyelim, hadi asla yapmam dediğim şeyleri yapayım ben de...
Dileklerde bulunayım mesela. Diliyorum ki örneğin, güç bela diktiğimiz fidanları hunharca koparmasak toprağından? Fırtınalara çalmasak mesela, açacak diye üzerine bin bir umutla titrediğimiz minik çiçekleri? Defne yaprağıyla süslenerek hediye edilmiş, düştüğü yerden toplanıp günlerce minnetle taşınmış bazı nesneleri al takke ver külah modunda elden ele geçirmesek; çünkü ‘AL TAKKE VER KÜLAH’tan anlamamız gereken sanki bu değildi!?! “OMAAAR.... OMAR!” diyen İtalyan misafir beyciğimizi de geri istiyorum, dilek tutma seansı açıldıysa, çünkü onun dediği “PASSIONIS!” bu gördüğümüz olamaz, belki kendisi gelip o İtalyan aksanıyla “tutku istediğini” bir daha hatırlatabilirse; son iki misafirliğinde olduğu gibi bu ölü toprağının üzerine peri tozu serpmiş etkisi yaratabilir, ne dersiniz?