Bütün bölüm bula
bula bunu mu buldun, beğenmeyip değiştirmek isteyecek diyebilirsiniz. Evet bunu
buldum. Bu hafta da bendeniz nev-i şahsına münhasırı, bu detay rahatsız etti.
Ben ki o bilekliğin Ömer tarafından takılmasını geçen hafta asabiyetimden göz
ardı etmiş, hatta aynı sinirimden sonrasında Ömer tarafından Defne’ye açık açık
gösterilip “ben de” diyerek teşekkür edildiğini atlamış idim. Daha Başak burcu
mükemmeliyetçiliğine hiç yakışmayan bu falsolarım için üzgün olduğumu belirtip
konunun hakkını verecek (hatta üstüne Ömer’in
bilekliğine bakarak dinlenme molalarını değerlendirdiği kürek çekme
egzersizlerine artık tişörtle katıldığı için milletçe müteşekkir olduğumuzu da
söyleyecek) idim, ve fakat siz anında bilekliği Ömer’in kolundan alıp Defne’ye
geri verdiniz!? Soru da sormazdım bakın, şimdi onu da yapıyorum, affoluna: bununla, kuzum sahiden, neyi başarmayı amaçladınız?
Üzerinde SEV
yazan o bilekliği, kapağında GURUR VE ÖNYARGI yazan o roman gibi bir “comeback”
hikayesi öğesi olarak görmeyi istiyor gözlerim, çünkü bir şeylerin Ömer’e bir
süre daha SEV’meyi hatırlatmaya devam etmesi iyi olabilir. Bununla beraber,
SEV’in misyonunu bir noktaya kadar başarıyla gerçekleştirmiş olduğunu da fark
etmediğim düşünülmesin. Bazen, olumsuzluklardan, umut yoksunluğundan, sisten ve
karanlıktan o kadar yorulursunuz ki; elinizdeki incecik ışık hüzmelerinden
güneşler açarken bulursunuz kendinizi. Olumsuzlukların içinde çılgınca
olumlamalara girersiniz, çünkü biraz daha olumsuzluk artık zifiri karanlık
demektir. Bu bölümün define kazısı sonucu çıkardığım aşk kırıntılarına
buyuralım o zaman:
Bölümün açılışında elini sararken kendisine eşlik eden müziğin yenilenmiş ve yumuşatılmış düzenlemesiyle beraber, duruşunun ve duygularının da yumuşadığını bize geçirmeye başlayan Ömer İplikçi. Buradan başlayarak beni bu bölüm, kağıt üzerinden mümkün olandan az da olsa daha iyi hissettiren, sendin. Sebebine bilahare geleceğim ama daha bu sahne itibariyle yelkenlerini indirmeye, durulmaya ve sakin limanlara ilerlemeye başladığını bana hissettirebildin. Daha sonra girdiğin çalışma odasındaki tasarımların da “tamam” olduğunu o an anladım ben; çünkü üzerine çok hafifçe dokunan parmaklarının hissi; bir zamanlar Defne’nin silüetini çizdiğin kağıtlara parmaklarının dokunuşuyla aynı histi. Bazen gözlerden bakışlardan inatla gizlenen sevgi, bir parmağın kağıda dokunuşundan işte öylece dökülüverir.
İçindeki Defne'ymiş gibi dokun Ömer.
Aynı
Ömer -bu kez öncesinde Defne’ye tuhaf, donuk, mesafe dolu bakışlar atma
kotasını fazla doldurmadan- Cherie’nin katında durup “bir arkadaşa bakıp çıkıcam”
yapmaya da karar verdi. Ve bu eylemini gözümüz açık gitmeden tamamına erdirip
içimize azcık su da serpti. Hiç bir şey demeden durup gitmesi daha bile şahane
idi, çünkü zaten mesajı alması gereken Defne’den ziyade, “Ömer sen hayırdır
nabersin?” diye diye geçen bölüm saatlerce sendromlardan fıtık olmuş bizlerdi.
Aldık Ömüş’cüm. Gözlerine bereket. Sana Koriş’in deyimi ile basıp gitmeler
değil, böyle bakıp gitmeler yakışır!