Ekranda yeni sezon başladı başlayacak. Özlediğimiz diziler
dönüyor, yeni yeni diziler başlıyor. Bir kısmının hastası olacağız, bir kısmına
‘Ahahhah Allah canınızı almasın, ne gerek vardı buna?’ diyeceğiz. Bir de çok az
bir kısmı var ki onları seneler boyu hatırlayıp her seferinde hisleneceğiz,
yerli dizilerde başka bir dönem başlatacaklar, benzerlerini izleyeceğiz arka
arkaya ama bir türlü o tadı bulamayacağız. Bu nadir bulunan dizilerden biri
olan Öyle Bir Geçer Zaman Ki ile
ilgili yazmak istedim ben de, istedim ki hep birlikte hatırlayalım, gizli gizli
gözlerimizi doldurup burnumuzu çekmemize ‘Ay hep bu havalardan’ diye kılıf
bulalım, içlenelim, güzelleşelim.
O nasıl bir diziydi ki her bölümünün sonunda üstümüzden tır
geçmiş gibi hissediyorduk? Tamam çok ağır bir dramla insanları ağlatmak nispeten
kolaydır ve çok üzgün bir çocuk izlettiğimiz hemen herkesin üzülmesi garantidir
ama işte Öyle Bir Geçer Zaman Ki’nin (bundan sonra ÖBGZK olarak anılacaktır)
farkı bunun çok ötesinde bir dizi olmasıydı. Misal Küçük Osman’ı üvey
annesinden gizli dolaptan tencere çıkarıp çorba içmeye çalışırken görünce aklımızı
kaçırıyorduk üzüntüden ama dizi sırtını buna dayamıyordu. Dram olmanın hakkını
ayrı, dönem dizisi olmanın hakkını ayrı veriyordu.
Dizi öyle bir etki yaratmıştı ki, bir hafta boyunca
biriktirdğimiz ne kadar öfke ve üzüntü varsa diziye eşlikçi olsun diye yanımıza
alıyorduk. Kendi halinde yaşayıp giden Akarsu Ailesi’nin orta yerine bir bomba
gibi düşen Caroline’den gücümüz yettiği kadar tiksiniyor, Ali’yi boğmak için
bir kaşık su bile aramıyorduk. Cemile’nin başına onca gelene rağmen asla aciz
bir kadın olmamasıyla gurur duyuyor, Mete’nin başını okşayıp her şeyin
geçeceğini söylemek istiyor, Aylin’in hayallerine kıyamıyor ve elbette Osman’a
her daim ağlıyorduk. Sıcak evimizde kanepe üstünde bir bardak çayla değildik
sanki de ailenin taşındığı o yolları çamurlu eve doğru yürüyorduk hep, öyle bir
hüzün, öyle bir intikam hissi vardı içimizde. Babaannenin dizlerine yatıp
derdimizi anlatmak, Aylin Soner’le birleşsin diye ağaçlara adaklar asmak
istiyorduk. Mete’nin yakmaya çalıştığı evden çıkan alev suratımıza vuruyor, o
babasına her ‘Ali Kaptan’ dediğinde kendi hayatımızı bin kere kafamızda
döndürüyorduk.
ÖBGZK’yı sonrasında yıllar boyu izlediğimiz ve izlediğimize
pişman olduğumuz bir takım ağır dramlardan ayıran şeyin ne olduğunu çok
düşündüm sonraları. Evet çok acıklıydı ama sadece bundan beslenmiyordu, evet
dönem dizisiydi ama bir tarafıyla da çok zamansızdı, ailesini terk eden kötü
kalpli bir adam ve onunla birlikte olan kötü kalpli üvey anne vardı ama
bilindik klişelerle değil, yeri geldiğinde onlara bile hak verip onlarla bile
empati yapabileceğimiz şekilde derinlikliydi senaryo içerisinde her biri. Oyuncu
seçimleri muhteşemdi, hala izlemeye doyamadığımız bir kısmını hep orada
tanıdık. Bir de elbette içinde olduğu her işe kafadan bol artıyla başlamakta ne
kadar da haklı olduğumuzu bize çok defa göstermiş Zeynep Günay Tan.
ÖBGZK aklıma düştüğünden beri açıp açıp izledim videolarını,
özlediğim sahnelerini. Yine aynı tadı aldım, yine ‘İyi ki bir araya gelmiş bu
ekip’ dedim. Size de öneririm, pişman olmayacaksınız. İyi seyirler dilerim.