Yabancı dizilerle ilgili en sevdiğim şeylerden bir tanesi
haftalarca bekleyip sonra tüm bölümleri bir hafta sonunda pat diye bitirmektir.
Sözlüklere de binge watching olarak girmiş bu izleme şeklini yerli dizilere yapmak
pek mümkün değil maalesef zira bir dizinin bir sezonuna değil bir hafta sonu,
bir ay verseniz anca yeter, üstelik geldiğiniz noktada ‘Aklımı tutamadım
kafatasımda uçtu uçtu’ diye şarkı söylemeniz de an meselesidir. Bu vesileyle
yeni neslin pek de bilmeyebileceğini düşündüğüm bu şahane Bulutsuzluk Özlemi
şarkısını da anmış olayım.
Bu seri izleme işini yapamadığım tek bir yabancı dizi var o
da The Handmaid’s Tale. Bunu izlerken değil arka arkaya onlarca bölüm izlemek,
tek bölümü bile ara vermeden tamamlayamıyorum. Kanım çekiliyor, nefesim kesiliyor,
eğer o sırada yanıma bir çay kahve almış bulunmuşsam onlar muhakkak soğuyor ya
da lokmalar boğazıma diziliyor. Bu sebepten ikinci sezonda henüz beşinci bölümü
ancak bitirebildim, devamı ile ilgili spoiler almadan yaşamaya çalışıyorum.
Hoş, dizinin olayı ‘Acaba bundan sonra ne olacak?’tan çok ötede olduğu için, ne
olacağını öğrensem de izlerken ne kadar etkilendiğim değişmeyecek.

İkinci sezonun başında Gilead’dan kaçmaya çalışırken
bıraktığımız June’un kaçma denemesi sırasında başına gelenleri izlerken bir
taraftan da diğer karakterlerin akıbetlerini görmeye başladık. En çok etkilendiğim
kısımlardan biri Alexis Bledel’in canlandırdığı Ofglen (artık damızlık olarak
kullanılmadığı için aslında Emily) karakterinin yaşadıkları ile izlediğimiz,
hali hazırda her tarafı bir cehennem olan Glead’ın bile dibi olarak düşünebileceğimiz
çöplükte olanlar. Çöplük demek yeterli değil, Gilead tarafından en suçlu
görülen ve itaatsizliği tescillenmiş tüm kadınların doldurulduğu, pislik içinde
bütün gün çalıştırılarak ölüme terk edildikleri bir yer. Orada bile birbirlerini
seven insanlar hatta eşlerden bir tanesinin saatler sonra öldüğü bir evlilik
töreni görüyoruz. O koşullar altında bile hayata devam etmeye çalışan insanlar var
ama asla boş bir romantizm ile anlatılmıyor bunlar, onları izlerken içiniz sızlıyor,
insanlığınızdan utanıyorsunuz ama işte bir şekilde birbirlerine dayanarak bir
mücadele vereceklerini de biliyorsunuz, bunu tüm kalbinizle diliyorsunuz.
Emily’nin önceki hayatı ile ilgili izlediklerimiz de ikinci
sezonun beni en çok yaralayan kısımları oldu. Eşcinsellere karşı gelen
tehditlere aldırmıyor önce, ‘Yok artık o kadar da olmaz’ diyor, ancak
üniversitedeki eşcinsel bir öğretim görevlisinin camdan sarkıtılarak
öldürülmesinden sonra Kanada’ya gitmeye çalışıyor ancak havaalanında öğreniyor
ki evlilikleri o sabah çıkan bir kanunla geçersiz kılınmış, karısı ve çocuğu
ile gidemiyor. ‘O kadar da olmaz’ denen ne varsa oluyor nihayetinde.
The Handmaid’s Tale’i izlerken zaman zaman içimden en basit
şekliyle ‘Adamlar beceriyor bu işi’ cümlesi geçiyor ve bir dizinin nasıl bu
kadar şahane olabileceğini düşünürken buluyorum kendimi. Dizinin uyarlandığı, distopyaların
en kralı olan aynı isimli kitabın sağlamlığı bunda büyük bir etken tabii ama
yine de bu kitabı böylesine iyi uyarlamak da aklımı kaçırmama vesile olan bir
başarı. Oyuncuların en ufak mimiğinden ortamdaki renklere, müziklerden seslere
tek bir aksama bile yok, bizi hem hiç bilmediğimiz bir yere götürüyor hem de
daha diziyi izlediğimiz sırada bile orada olanların dünyanın herhangi bir
yerinde yaşanmaması için hiçbir mani olmadığını aklımıza kazıyor elinde dev bir
çivi ile. Ekranın neden bu kadar güçlü bir araç olduğunu bir kere daha
hatırlatıyor bize. İyi ki var böyle bir dizi. Kalan bölümleri izlemek için
cesaretimi toplamam çok uzun sürebilir, başarırsam haber veririm. İyi seyirler.