Uzun zamandır izlediğim şeyleri yazacak gücü kendimle
bulamıyordum, açık konuşmak gerekirse güçten daha önemli olduğuna inandığım
heves de pek uğramıyordu yanıma. Fırsat bulduğumda kendimi Rexx’e atıyor ama
izledikten sonra hiç yaşanmamış gibi davranarak, sanki büyük bir sır saklıyormuş
gibi susuyordum.
“+Film nasıldı?
-“İyi, beğenir misin bilmiyorum istersen izle.”
Kısa, öz biraz da umursamaz.
Bu içine kapanıklık dönemi ne zaman bitecek, “niye
yazamıyorum/ yazmıyorum” diye düşünürken, yağmurlu bir İstanbul gününde
kendimi bu satırları yazarken buldum. Bu kez sır tutmayacak kadar patavatsız
olmuştum birden. Nasıl mı? İşe Yarar Bir Şey’i izledim. Sonra aşina olunan o
diyalog değişiverdi, ben bile farkında olmadan.
Aslında film “Ölmek isteyen bir adamla onun gönülsüz celadının
arasına bir de şair katılınca işler biraz karışır.” diyerek kısaca
anlatıveriyor derdini bize. İşe Yarar Bir Şey, senaryosunda Barış Bıçakçı ve Pelin Esmer
imzası taşıyor. Görüntü yönetmeni olarak da Gökhan Tiryaki selamlıyor bizleri. İki
ismi de yakından takip edenlerin dört gözle beklediği film Başka Sinema
kapsamında gösterimde. Kendi adıma konuşmak gerekirse Barış Bıçakçı ismi bile başlı başına bir heyecan sebebi. Tabakta sona bırakılan çikolatalı
kurabiyeleri bilir misiniz? Saf fakat açgözlü bir dürtüyle en
sona saklanan, en sevilen kurabiye. Barış Bıçakçı kitapları, çikolatalı
kurabiyedir benim için. Yudum yudum, gizli gizli okurum. Pelin Esmer ile ilk
kez kesişti yollarımız, neyse ki güzel bir tanışma oldu diye avutuyorum
kendimi. 24. Adana Film Festivali En İyi Kadın
Oyuncu ödülünün sahibi Başak Köklükaya’yı Leyla rolüyle izliyoruz. Öykü Karayel Canan isimli
genç bir hemşireyi ve Yiğit Özşener ise Yavuz karakterini canlandırıyor.
Kısaca; Leyla, Canan ve Yavuz’un bir trende kesişen yollarını izliyoruz. Leyla’nın iç sesi ile karşılıyor bizi
film. Zaten o an kendi iç sesimiz de“Leyla da var bir yazarlık damarı” diye dürtüyor bizi. O kadar güzel ki Leyla’nın
iç sesi… Özgür, kendinden emin, güçlü ama bir yandan da garip bir uysallığı
var. Sonradan şairliğinin verdiği bir dinginlik biraz da 'bilgelik' diye düşünüyorsunuz. Leyla hayatı gözleyen biri. Hayata iz bırakmakla ilgili de epey endişeli bir karakter. Hepimiz tanırız o tip insanları, vardır mutlaka çevrenizde. İz bırakayım, ölümsüz olayım diye didinir dururlar. Leyla da “öyleyim”
diyor. Usul usul çığlıklar atıyor, ipuçları veriyor, anlıyoruz ki bu kadının iz bırakmakla ilgili bir kaygısı
var. Belki ölümsüz olmak için, belki de kendini daha iyi hissetmek için.Yalnızca şiirleriyle de bırakmıyor izlerini, rujuyla kargaya çizdiği dal da bir iz Leyla için. Belki de en büyük izini bırakmak için gitti Yavuz'un evine, bilinmez. Şiir
gibiydi Leyla. İnandım, sevdim ve tıpkı Canan gibi güvendim ona.
Canan demişken, Öykü Kareyel’in o utangaç,
yaşı itibariyle cahil halleri hiç sırıtmamış ve hatta epey yakışmış.Yalnızca dizilerde izlediğimizden midir nedir, bazen
oyuncuların başka yüzlerini göremiyoruz. Öykü Karayel başarılı bir oyuncu, büründüğü rollerin hakkını veriyor. Başak
Köklükaya ile uyumlu bir ikili olmuşlar. İmrendiği birine hayranlıkla bakan genç kadın
rolünün de hakkını fazlasıyla vermiş. Espriler oldukça dozunda, insanı tırmalamayan bir rahatlığı var. Küçük detaylar ise üzerine düşünüldüğünde gülümseten
cinsten. Babasının yolda yesin diye verdiği simitlerden utanan Canan mesela… Ünlü
bir oyuncu olmanın hayalini kuruyor, aynı Canan kendi yansıması ile göz
göze gelmek dahi istemiyor, kendinden utanıyor. Çünkü bir kadın içten içe her zaman bilir;
hem yapacaklarını hem de yapamayacaklarını. Canan gibi, Leyla gibi.
Leyla ve Canan hakkında düşündüm uzun uzun. Ne yaptılar
acaba sonra bir daha kesişti mi yolları? Canan peki, çok istediği televizyon
dizilerine çıktı mı acaba? Sahi Leyla neden gitti o okul buluşmasına? Pek
sevmezdi sanki böyle kalabalık yerleri. Yavuz’un dediği gibi kendini korumak
isterdi hep, şair refleksi bu olsa gerek. Peki, niye gitti Canan’la? Hikâyesine
biraz turuncu katmak için mi? Ne de olsa o turuncuydu ve hiçbir şey turuncuyla
kafiyeli değildi. Gerçi işe yarar bir şey yaptı Canan’la giderek. Kendi için mi
yoksa Canan için mi ya da Yavuz için mi? Yanıtını biliyorum. Siz de
biliyorsunuz.
Yiğit Özşener, Yavuz karakteri ile karşımızda...
Çok ritmik ilerliyor film. Görüntüler bir bir akarken, bir
bakmışsınız ki Barış Bıçakçı kitabının sayfalarını çeviriyorsunuz. Yol, yol,
yol. Bitmeyen yol. Şiir, oh mis gibi şiir. Kadın, kadınlar, güçlü kadınlar. Ölmek
için fazla yaşam dolu bir adam, Yavuz. Cortazar, kargalar, aynalar, yansımalar.
Tüm bunlar filmin sinematografisini de ön plana çıkarıyor. Görüntüler üzerinden
karakterleri daha kolay tanıyoruz. Yansımalar üzerinden Leyla’nın iç dünyasına dahil
oluyoruz. Gözlemci, etrafına kulak veren biri olduğunu belki de en iyi
görüntülerden çıkarıyoruz. Yönetmen Esmer bir röportajında da Gökhan Tiryaki
ile özellikle yansımalar üzerine çalıştıklarını belirtiyor. Kısacası, karakterlerin
ruh hallerini görüntüler aracılığıyla pekiştiriyoruz, ortaya kendine hayran
bıraktıran sekanslarla dolu bir film çıkmış oluyor.
Derler ki, “İyi film siz salondan çıktıktan sonra başlar”. İşe
Yarar Bir Şey uzun zamandır izlediğim en iyi Türk filmiydi. Aslında okuduğum en iyi filmdi bile diyebilirim. İzledikten sonra
yola çıkmak, hatta trenle Bıçakçı’nın Ankarası’na gitmek istedim. Hava buz gibi
olsun ve ben de Leyla gibi elimde rotring kalemle bir şeyler karalayayım
istedim. Canan olayım, hayallerim olsun istedim. Yavuz olayım, sakin
ve soğukkanlı kalayım istedim. İşte böyle, yalnızca film olmuyor bazı filmler. Bazen bir kitabın
en güzel sayfası oluyor, bazen tanıdık bir hisle gülümsetiyor. İşe Yarar Bir Şey, tüm bunların toplamı. Benim
için bu yılın en iyi yapımlarından. Meraklısına küçük bir hatırlatma, film boyunca kullanılan
şiirler de Barış Bıçakçı’ya aitmiş. Sadece bu bile gitmek için başlı başına bir
neden.
Malum sorunun- Film nasıldı?- cevabına gelirsek…
Gidin lütfen. Koşa koşa gidin. İzlediğinize asla pişman olmayacaksınız.