Yılmaz ErdoğanBazı seslerin ruhu şiire benzer. Tane tane, mısra mısra hadi bilemedin dörtlükler halinde döker eteğindeki taşları. Ne dese dinlenir, ne anlatsa inanılır. Kimi zaman da kağıt kesiğidir. İnceden bir sıyrıkla acıtır da acıtır.
Onu ilk tanıdığımızda ilgimizi çeken şey sesi değil, mizah anlayışı ve bunu besleyen zekasıydı. Anlatacak çok şeyi vardı ve zamanla acele etmeden bize bir sürü şeyi bir bir anlattı. Tiyatroyu, sinemayı, şiiri yöntem seçti kendine. Yol yordam bildi, kadir kıymet de öyle. Sevdik, inandık, “sen hep kal” dedik.
Devrik cümle kurmayı severim. Konu Yılmaz Erdoğan olunca cümleleri daha da devirmek istiyor canım. Aslında bunlar hep yükleme yüklenmeyi sevmemekten! Onun sesine benzemek istemekten. Ritmine eşlik etmeye çalışmaktan.
Prospektüs okusa dinlerim, seslense hemen dönüp bakmam ki biraz daha adımı söylesin isterim, kızsa alınmam.
Evet o derece.
Sesini duymaya alışamadığım tek yer reklamlar. O ses orada yerini yadırgıyor gibi. Bir ait olamama durumu söz konusu sanki. O sesi, o hayattan çekip kurtarmak istiyorum!, “gel yapma” demek, alıp karşıma konuşmak. Sonra “olur o kadar” deyip vazgeçiyorum.
Sebebi mi? Aşağıdaki şiiri okuyan sesi gücendirmekten korktuğumdan.
Devrim Toyran