Gezici Festival kapsamında Norveç sinemasından bir
örnek olarak izlediğimiz 1001 Gram
filmi bana bir kere daha filmlerin konusuna bakarak seçmenin nasıl yanıltıcı
olabileceğini gösterdi. Kişisel çalışmalarım nedeni ile şu sıra boşanma ve
boşanan kadınlarla içli dışlı olduğum için Gezici Festival tanıtım kitapçığında
“boşanmış bir kadın olan Marie” tanımlamasını görüp filme gitmeye karar verdim.
Ne umdum ne buldum denir ya, boşanan Norveçli bir kadının deneyimlerini
izleyeceğimi umarken etkili anlatılmış bir “yalnızlık ve bireyselleşme”
eleştirisi ile karşılaştım.
Başlarken belirtmem lazım 1001 Gram, eğer benim gibi durağan akan filmleri izlemek sizi
zorluyorsa, sabır gerektiren bir film. Ancak sonunda beklediğinize
değiyor. Eğer filmin sonunu beklemez,
salonu terk ederseniz benim başlarda aklıma gelen o ön yargı ile filmi
hatırlarsınız: “Hiçbir sorunu olmayan bir ülkenin sineması da anca kilogram
ölçüsünü ve geçmişini sorunlaştırırdı zaten”. Oysaki film Ulusal Ölçüm
Merkezinde çalışan Marie’ye (Ane Dahl
Torp) Norveç’in ulusal kilogram prototipini (%90 platinyum, %10 iridyum. İki
tane cam reçel kavanozu ile korunuyor) koruma görevi verilmesi sonrasında yaşadığı değişimler üzerinden “bir
insanın hayattaki ağırlığı nedir ki?” sorusuna cevap arıyor.
Marie, bu prototip gibi, hassas ve kırılgandır. Az
mobilyalı modern bir dairede yaşar, Son derece küçük, elektronik bir araba
kullanır. Hem kişisel hem mesleki konularda düzenli ve ekonomik davranır. Marie’nin
yaşamı bize Norveç’in bireyselleşmiş ve her daim kontrol ve ölçüme dayalı
sistemini de gösterir. Zaten Marie'nin para kazanmak için yaptığı da ülkedeki sahaların, tartıların, benzinliklerin, kısacası ölçüye dayalı işlerin kontrolünü yapmaktır.
Özellikle Marie arabası ile seyahat ederken gösterilen
Norveç manzarası bile size Norveç=düzen=her şeyin ölçülü olması=kontrol
hatırlatır. Marie Paris’e gelene kadar
muazzam bir simetri ile Norveç’i izleriz. Ne zaman ki Paris’e geliriz bu
simetri bozulur. Eiffel Kulesi’nin fon olarak kullanılması da çok parlak bir
fikir olmuş bence.
Marie’nin babasının yerine gitmek zorunda kaldığı
Uluslararası Ölçü Konferansı sahneleri, konferansa katılan temsilcilerin
tartışmaları (tanımlı bir ölçü birimi olmazsa savaş çıkabileceği gibi), her
birinin kendi ülkelerine dair prototipleri tek tip çantaları ile oradan oraya
taşımaları kara mizahın güzel örneklerindendi.
Bu kadar ciddiyetle neye baktıklarını bilseniz kahkahayı basarsınız.
Marie gittiği bu konferans sırasında eskiden
profesör olan ama şimdilerde bahçıvanlık yapan, doğada kuş seslerini kaydeden,
canı istediğinde çalışan bir adamla tanışır. Bir anlamda düzenli hayattan çıkıp
tek düzenin düzensizlik olduğu hayata akar. Tüm bu düzen içerisinde unutulan "insan unsuru"nun önemine vurgu yapan bir film.
Film bize modern hayattaki konforun (insanların
düzensizlikler üzerine kurmaya çalıştığı düzenin) eleştirisini sunar. Konferansa
katılanların tek sıra halinde, tek tip şemsiye ve tek tip prototip taşıma
çantası ile yürümeleri sahnesi gibi sahneler bu eleştirileri sesli bir şekilde
değil ama keskin bir şekilde verdiği sahneler olmuş. Teknik detaylar John Erik
Kaada’na ve muhteşem görüntüler de görüntü yönetmeni Christian Rosenlund’na
emanet.
Sonuç olarak filme notum 6/10’dur.