Üç buruk veda: Ruhumun Aynası, Benim Adım Gültepe, Fatih Harbiye

Üç buruk veda: Ruhumun Aynası, Benim Adım Gültepe, Fatih Harbiye
Orhan Tekelioğlu bir kaç yıl önce dönemin popüler işlerinden Aşk ve Ceza için “reyting sınavını geçiyor ama etik dersinden fena halde çakıyor. Hele de o klişeler yok mu?” yazmıştı (Radikal İki, 07.02.2010). Çünkü söz konusu dizideki asıl büyük sorun klişeye yaslanması değil, yaslanılan o klişelerin yeni bir üslupla değil, tam da var olan kalıp yargı ve davranış modellerini yeniden kuracak şekilde kullanması ve izlenirliğini buna bağlamış olması idi. Aradan geçen bunca süre sonrasında ekranlardaki popüler ya da popüler olma yolundaki işlere baktığımızda hala “klişe” nin en büyük kurtarıcı görüldüğünü söyleyebiliriz. En “her daim iş yapar” klişeler arasında ilk sırayı alanın Doğu/Batı ekseninde, bir konak ve/veya çiftlik dünyasında ataerkil aile yapısı ve o yapıda şekillenmiş kadın/erkek temsillerini mümkün olduğunca kullanarak olay örgüsü ve gidişatını kuran anlatılar olduğunu söylemek doğru olur sanırım. Ki bu sezon da başlayan pek çok işin bu tema üzerinde yürüdüğünü görebiliyoruz.

Hatta ana tema vurgusu çok başka bir noktada olan bir romanın, Yılanların Öcü’nün aynı adlı ekran uyarlaması bile hâlihazırda hikâyesini ve dünyasını bu çerçeveden kurarak ayakta kalmayı denemekte. Başka bir klişeler prototipi olarak iki kadın bir erkek ya da iki erkek bir kadın aşk hikâyelerinden çeşitli dallanıp budaklanmalarla yürüyen temalar da sayılabilir. Bugün bu işlere ilaveten bir de hem içerik, prodüksiyon, hem de oyunculuk anlamında çok daha “kendi halinde” işlerin tuttuğu ve dahi tuttukları için de kanallarca üzerine gidildiği bir enteresan dönemde olduğumuzu düşünmek pek yanlış olmaz herhalde. İşin en üzücü tarafının ve madem artık böyle bir “sektörden” bahsediliyor, sektörel yarasının, hatta ona en büyük darbeyi vuranın tam da bu şekillenme hali olduğunu düşünüyorum. Rating sınavını geçmek için bir takım unsurlardan feragat etmek mi gerekir? Rating sınavını böyle geçtik diyelim, ya sonra? Belli formatlar “iş yapar” olarak görülüyorsa, sırf tutma garantisi olabilir diye hep o formatlara dönmek olması gereken tercih midir? Yıllar sonra hala aynı soruyoruz.

Böyle bir serzenişle başlama sebebim yazıyı sadece akademik ya da teorik bir çerçevede düzenlemek yerine, televizyonu açtığında gördüklerinden artık hepten dertlenen bir seyirci olarak da geçen sezondan devam eden ya da yeni sezon ekranında şansını denemesine rağmen hak ettiğini alamayıp buruk bir tat bırakarak giden üç iş üzerinden son yılların en hızlı büyüyen sektörü de denen “dizi sektörüne” dair bir kaç gözlem ve eleştiriyi dile getirmek. Zaten “üç buruk veda” olmasına bakmayın, benim burada sayamadığım onlarca zamansız vedayı da içeriyor bu başlık. Ki bunu söylerken bile biraz tedirginim çünkü şu satırları yazdığım ve/veya siz bu satırları okuduğunuz anlarda bile bazı diziler yayından kalkmış olabilir, bu sıralar özellikle yerli dizilerle ilgili bir şey yazıyorsanız arka planda mutlaka herhangi bir sosyal medya aracından ne olup bittiğini takip etmek gerekiyor gibi hissediyorsunuz.

Fatih Harbiye'den bir karede Macit ve Neriman

Başlığa adını da veren bu üç işe ve neden yazı konusu olarak onları seçtiğime gelirsek, kendi adıma sürekli takip etmeye çalıştığım işlerdi üçü de. Bu arada üçünün de hakkını alamadan gitmesinden yola çıkarak bundan sonra izlediğim hiçbir şeye maşallah dememeye yeminli değilsem de kararlı olsam fena olmayacak, öyle bir elimi attığımın kuruması hali mi vardır nedir görüldüğü üzere? Bu üç yapım içinde görece şanslı olan, ki buna şans denebilirse tabii, 50. bölümde final yapacağı söylenen Fatih Harbiye’ydi diyebiliriz belki. Söylendiği gibi biteceğini varsayarsak (halbuki kendi adıma en azından önümüzdeki sene bir kaç ay daha devam edebilecek kadar sürmesini, geçen sezondan çok büyük oranda anlatmayı ikinci sezona bıraktığı hikayesini hakkınca anlatarak gidebilmesini, hatta Urfalıyam Ezelden örneğinde olduğu gibi seti toplanmış dahi olsa bir şans daha kazanıp bu sezona devam edebilmesini dilerdim) en azından bir sezon anlatabildikleri bir hikayeleri oldu, seyirciyle bir bağ kurabildiler (ama o aynı seyircileri tıpkı yakın zamanda Güneşi Beklerken seyircisinin yaşadığı gibi bir “bitti, bitecek, bitiyor, bitmesin” haberleriyle sosyal medyada tabiri caizse haftalarca perişan da oldu) ve özellikle Macit ve Neriman’ın aşkının “pamuk şekeri tadını” verebilmesini sağlayan Kadir Doğulu ve Neslihan Atagül’lü şık castıyla özellikle ilk sezon devamı sağlamayı başardılar.

Benim Adım Gültepe ve Ruhumun Aynası’ysa hikâyelerini daha yeni yeni kurarken apar topar yayından kalktılar. Ruhumun Aynası insanı mutlu eden, gülümseten bir işti, melodram, aşiret, üçlü aşk hikâyeleri ekseninde sıkışmadan yine bir şehir/mahalle hikayesini çok tatlı ve pozitif bir üslupla veren bir formattı. Yazın başlaması, dünya kupası maçlarının karşısında yayınlanması, karşısında yarışma/eğlence programları derken o da vakitsizce gitti. Bu üç iş arasında işi en zor olan belki de Benim Adım Gültepe’ydi çünkü melodramın en “hard core” haliydi ve Öyle Bir Geçer Zaman Ki çizgisinden gidecek gibi dursa da, orada Cemile karakterinin temsil ettiği “ümit” ihtimali çok daha belirsizdi ve yoğun bir depresyon ve melankoli üslubuna sahipti. Çok şık castı, hikayesi, oyunculukları, yapım ve teknik zenginliği bile bu işin kurtarılmasına yetmedi. Fatih Harbiye’deyse her ne kadar bir sezon sürdü desek de, ikinci sezona başladıkları gibi bitirmelerine “50 bölüm sürdü, bari şöyle böyle bir final yaptılar” diyeceksek esas mesele tam da bu değilse nedir? Herhangi bir dizinin zaten iyi-kötü planlanan (tabii artık plan yapılabiliyor mu, sorun bu galiba) sürede yayınlanıp, kendine göre finalini yaparak bitirmesi “makul” olan değil midir, final ekstra bir durum ne zaman oldu da Benim Adım Gültepe paldır küldür gidip Fatih Harbiye veya Ruhumun Aynası bir sezonluk hikayelerini çöpe atıp alelacele bir finale sığıştıklarında “sevinir” olduk?

Sorun da işte bu zaten, artık ne castlar, ne star oyuncular, ne tatlı hikayeler ne de kurulan dünyalar, prodüksiyonlar yetmiyor kanalların sabretmesi için, “bitmiş” haberi anında düşüyor önce sosyal medyaya, “öylece bitmiş.” Dahası “star” denilen oyuncuların adı artık ne rating ne de seyirci garantisi getirebiliyor, bir bakıyoruz “no-name” ortalama bir cast, oyunculuk ve çok sıradan bir hikaye ile tıkır tıkır gidebiliyor bir iş milyon dolar bütçeli işler tökezlerken. Buna ek olarak artık Öyle Bir Geçer Zaman Ki, Aşk-ı Memnu, Kuzey Güney gibi işlerin ardından melodram, dönem işi yani belli bir “genre”da iyi iş yapan örneklerin izinden gitmeye çalışan işlerin de tökezlediğine şahit oluyoruz, muhtemelen izleyicide bir türün “iyi” örneği olarak izlediği işin benzerine mesafeli bir duruş var. Tüm bunların sonucunda da artık yeni başlayan bir iş 4, 5 rating aldığında “yine de iyi başlamış” der olduk neredeyse, artık bırakın eski çift haneli oranları, 8, 9 oranlarını görmek bile çok istisnai oldu. Bu durum daha büyük bir soruna işaret ediyor aslında. Çünkü bu yazıda adı geçen geçmeyen tüm dizilerin bütün artıları ve eksileri ayrıca, ayrı bir yazı konusu olarak tartışılabilir. Ancak yayından kalkan, hatta devam eden bazı dizilerin bile takıldığı nokta “yeni jenerasyon rating paneli” ile buluşamamaları, birbirlerine teğet geçecek gibi olurken hattın birden kopuvermesi ve “hop” diye dizinin bir anda sıralama ve share oranlarda düşmesi ya da hiç o sıralamada yerini bulamayıp finalli ya da finalsiz gidivermesi. Sırf bu kesişmeyi yakalamak için hikayeleri orasından buradan çekerek bu yeni panele göre ayarlamaya çalışmak da hikayeye ve yapıma daha da zarar vererek boomerang gibi kendine geri dönmesine sebep oluyor.

Bu anlamda yeni rating paneline dair ilk tespitlerden birisi Orhan Tekelioğlu’ndan gelmişti. “Dizilerin 2013 Envanteri” başlıklı yazısında ekranlarda iki anlatı tipinin öne çıkmaya başladığını yazmıştı (Radikal İki, 29.12.2013). Hidayet romanı geleneğinden ekrana uyarlanan Huzur Sokağı dizisi örneğiyle daha gelenekçi-muhafazakâr bir izleyicinin tercihleri öne çıkarken, Küçük Gelin ve Karagül gibi örneklerle de Doğu/Batı, kültürler/yaşamlar/hayat algıları çatışmalı ataerki merkezli anlatıların daha belirginleştiğini yazmıştı. Tayfun Atay da yeni başlayan Kertenkele dizisi için popüler kültürün dilini kullanabilen ve bunu yaparken de popüler kültürü, daha özelde de “dizi pratiğini” muhafazakâr sosyo-kültürel yapıya uygun hale getirme örneği olarak yazdı (Radikal, 06.11.2014). Ekranlara bugünlerde şöyle bir baktığınızda sizin de aklınıza kabaca “şehir” hikayesi diyebileceğimiz, “şehir-metropol insanı-metropol hayatı” hikayesinin yok denecek kadar az ya da olanın da içeriğinde mutlaka bir şehir/mahalle, “İstanbulluluk/Anadoluluk” vurgusunu yapan karakter/hikaye detayları bulundurulmaya çalışıldığı gelmiyor mu? Tekrar Orhan Tekelioğlu’na dönersek, tüm bunlar belki 50’lerden itibaren başlayan şehre göç sürecinin uzun yıllar sonrasında “çevre-merkez” bölgelerinin yeniden tanımlanmasıyla ilişiklendirilebilir. Radikal gazetesine verdiği bir röportajda (ve pek çok yazısında da) tam da bu duruma işaret etmişti Tekelioğlu, “Yeni bir kültürün aslında merkezileşmesi ile ilgili, ilişkili bir şey [bu].Muhafazakârlaşma dediğimiz süreç, aslında göçle başlayan bir sosyolojik dönüşümün siyaseten dışavurumu.Bunu siyasal muhafazakârlaşma olarak okursak çuvallarız” dediğinde (Radikal, 30.01.2012).

İlaveten, şu an doğduğu andan itibaren teknolojinin tüm imkanlarıyla içiçe büyüyen, dinamik, bir anda twitterda yorum yazarken, diğer tarafta blogunda bir yazı hazırlayıp bir taraftan da bir kaç hafta önce mesela Amerikan versiyonunu izlediği bir dizinin uyarlamasını şikayet ederek izleyen genç bir kitle de var. Sevdikleri oyuncular için onlarca twitter hesabı açıp TT yapmaya çalışan, beğenilerini de şikayetlerini de “pat “ diye twitterdan yazan ve “eski ezber” ya da “geleneksel” diyebileceğimiz anlatı tiplerine biraz mesafeli bir genç kitle. Ancak bu elbette demek değil ki sadece bu genç hatta daha doğrusu “teenage” kitlenin tercihlerine göre dizi yapılsın, zaman “gençlik dizileri zamanıdır,” tam tersine gençlik dizisinden ziyade gördüğüm ve gözlemlediğim kadarıyla hikaye kurgusu, olay örgüsü ve karakterizasyonda daha modern, çağdaş, bugüne ait bir dil ve anlatıyı mümkün olduğunca kurabilmek bir proje için yabana atılmayacak bir artı gibi duruyor.

Ekranlardaki genel görüntüye bakmaya devam edersek, Ulan İstanbul’un saydığım genel formatların yanında tek alternatif sayılabilecek tarz olduğunu, patırtılı gürültülü skeç komedileri ya da aile/mahalle anlatısından beslenen komedilerin de geri kalan ağırlığı tamamladığını ve bir ekstra olarak da fazla patırtılı yeni jenerasyon “reality show”lara yer açıldığını düşünebiliriz. Bugünlerde bu türün en net temsilcisi de adının ve tanıtımlarının vaaad ettiği “tarz” yarışması olmaktan çok, yarışmacıların bitmek bilmeyen ve çok gürültülü kavga ve polemikleriyle öne çıkan Bu Tarz Benim. Programda tartışmalar ve kavgalar o kadar birincil bir konuma geçti ki, Bu Tarz Benim stüdyosunun kendine has dünyasını izliyor gibi oluyoruz. Bir arkadaşım “Bunuel bile bu kadar sürrealini çekemezdi” demişti, özellikle programın parodisini yapan Kim O skecini ve programın yarışmacıların ünlülerin benzerlerini canlandırdıkları bölümünü izlerken bu ifadeyi hatırladım. Parodisi o kadar inandırıcı ve gerçek, gerçeğiyse tüm bitmeyen kavgaları ve tartışmalarıyla o kadar kendine has bir dünya gibiydi ki neredeyse Baudrillardvari bir “hyperreality” içindeymişiz gibi hissettim desem yeridir. Bu şovun bir dönemin Yemekteyiz, hatta Biri Bizi Gözetliyor gibi farklı formlarda ortaya çıkan reality showlarının yeni tip bir temsilcisi olacağını düşünüyorum. Jürinin tercihleriyle kimin elenip kimin kalacağına karar verilen bu “hakikat şovunda” önceki örneklerde olduğu gibi yarışmacıların birbirlerinin karakterlerini, tercihlerini, “tarzlarını” yoğun şekilde eleştirdiğini ve tıpkı diğer örneklerde olduğu gibi her yarışmacının kendisini destekleyen onlarca fanı olduğunu, yarışmacılar üzerinden kendi hayatları, beğenileriyle ilgili özdeşleşmeler/yargılamalar yapabildiklerini görüyoruz (Radikal İki, 10.11.2013). Bu anlamda bir tarafta bir şov programı diğer tarafta Kertenkele dizisi ile kabaca ayrıştığını düşünebileceğimiz Cumartesi akşamlarının ana akım kanallardaki izlenmesi şu anki rating panelinin tercihlerinin bir yansıması olarak okunabilir.

Her ne kadar artık sürekli panelin yapısı, tercihleri, panel ne ister istemezi konuşsak da, kanalların sabırsızlığı hepimizi tüketse de yazıyı biraz ümitli bitirelim. Bir arkadaşımla Fatih Harbiye ve dizinin (arkadaşımın deyimiyle “bu kadar uptown bir adam”) Macit’i Kadir Doğulu üzerinden yaptığımız “dedikoduda” “şehir hikâyesi lazım ve metropol, şehirli bir karakter olsa” (hatta hem kadın hem erkek karakterler) demiştim, işte öyle bir hevesim var, kanal yöneticilerinin, programlar koordinatörlerinin, yapımcıların da bu olup biten harala gürele içinde yapabilecekleri bir şeyler varsa yapabilmelerini de bekleyerek. Elbette dört haftada öylece yayından kalksın ya da dokuz bölüm için ikinci sezona başlasın diye değil, bir zamanlar izlemek için heyecanla televizyonu açtığımız Asmalı Konaklar, Aşk-ı Memnular, Kuzey Güneyler gibi bir hikayemiz olsa ama olabildiği kadar şehirli bir hikaye olsa, yeni jenerasyon jönlerden biriyle, mesela bizim konu içeriğimiz olan Kadir Doğulu diyelim, yanında da yine yeni jenerasyon bir jöndam’la, mesela Farah Zeynep Abdullah (tabii bunlar başka oyuncular da olabilir, bu isim kısımlarına siz de aklınıza gelen isimleri söyleyebilirsiniz) hevesle izlesek.

Akşam eve gelip televizyonu açtığımızda “ne bu hal” demek yerine önceki yıllarda yaptığımız gibi olumlu/olumsuz kritiklerimizi yazsak, ertesi gün dedikodusunu yapsak…Olmaz mı? Belki bir ümit olabilir, çünkü, birincisi, Ulan İstanbul gibi görece alternatif bir iş seyircisini bulabildi, hikayesine karşılık veren bir kitleyle kesişebildi. İlaveten, Ortadoğu ve Balkan ülkeleri ağırlıklı olsa da pek çok ülkede bu yazıda adını andığım anmadığım dizilerin gördüğü ilgiyi, yurtdışı satışları, yabancı seyircilerin saat farkına rağmen yayın gecesi izledikleri dizi için twittera nasıl yorumlar yağdırdıklarını, fan grupları kurduklarını hepimiz görüyoruz. İkincisiyse biraz daha teorik bir açıklama ama aynı yere götürebilir bizi. Tüm bu dizileri, skeçleri, showları yani genel anlamda televizyonu içine alan bir üst başlık var, popüler kültür ve popüler kültür doğası, varlık sebebi itibariyle “muhafaza” edilmeye, “muhafaza” fikrine aykırıdır, değişken, değiştirici, hızlıdır ve pek çok etmenle aynı anda etkileşim içindedir. Değişen şehirleşme süreciyle ilgili olarak da son bir kez daha Orhan Tekelioğlu’na dönerek bir ümit de oradan çıkarabiliriz belki, “şehirleşen toplum heterojenleşir, liberalleşir ve parçalanır” (Radikal, 30.01.2012).

Benim yazacaklarım da burada bitti. Öylece.

*Her ne kadar kendilerinden habersiz kullansam da, “uptown adam” tespiti için Born4Kaos’a ve Bunuel benzetmesi için Tokyophonline’a teşekkürler, yazı sizin yorumlarınızla daha eğlenceli bir hal de aldı.

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER