Hani siz orman evinde
Alp’e “Aşk, insanın omurgasını un ufak
etmesi için mi var? Yalan söyledi bana. Böyle bir kez falan da değil. Ne
saklıyor bilmiyorum. Başkası yapsa hayatta müsamaha edemeyeceğim bir şey
yapmış. Gidip kendi tasarımını rakip şirkete satmış. Tamam olabilir, buraya
kadar neyse diyelim. Ben çizdim demiyor, sorunca da söylemiyor. Ne bu şimdi?
Bir tarafta benim tanıdığım o tatlı Defne, bir tarafta söyleyebileceğini bile
inanmadığım yalanlar.” sözlerini dile getirmiştiniz ya, aslında
haklıydınız. İki Defne vardı. Biri kendisi olan Defne her şeye rağmen oyunun
var olduğunu unutup kendini akışına bırakan, diğer Defne ise oyundan kurtulmak
ya da onun varlığını size belli etmemek adına hiç yakışmayan hareketlerde
bulunan. Zaten benim açıklamama gerek yok, yapılan itirafla birlikte siz de
bunları anlamışsınızdır. Yoksa o ister miydi yalanlar söylemek. Korkuyordu. Hem
Sinan’ın söylediklerinden, hem de gerçeği öğrendiğinizde kaçacağınızdan...
Gerçeği söylemek yerine borcunu ödeyerek her şeyden kurtulabileceğini sanmış ve
bunun için çaba sarf etmişti. Çaba gösterirken de elindekinden olmuştu. Belki
de o zaman aşkınız tüm bu gerçekleri kaldıracak güçte değildi. Defne’nin bu
dengesiz hareketleri yüzünden sizde oluşan güvensizlik, onun ise hayatında her
zaman sadece “bir bildiği vardır” diyecek kadar yakınlarının olması sizi
gecenin karanlığında iki farklı uçlara atmıştı. “Güvenmiyorum” diyerek kalkıp
oraya gittiğinizde siz zaten daha önce iki kere terk edilerek çatlamış kalbe,
son darbeyi vurup aslında paramparça etmiştiniz bilmeden... Kaçmıştınız. Acı
çekmekten korktuğunuz için sadece...
Daha önce sevdikleri
halde terk eden annesi ve babasının ardından yine sevildiği tarafından terk
edilen bir Defne vardı o bankta. Ailesi için hayata tutunmaktan başka çaresi
olmayan. Eminim ki o gün kalkıp giderken ertesi gün yeniden işte göreceğinizi
sanmıştınız onu. Ancak müvekkilim kendi mucizesini yaratmak adına sıfırdan
başlamaya niyetlenmişti Manu’da. Eğer onunla o gün iş toplantısında
rastlaşmasaydınız, ne kadar zaman sonra peşine düşüp bulurdunuz onu bilmiyorum.
Ya da düşer miydiniz? Bu sorunun cevabını hiç bir zaman bilemeyiz ne yazık ki.
Ama bildiğimiz tek bir şey var ki; O da daha fazla olan Sadri ustaya söylediğiniz
gibi iyi şeylerdi. Evet, yanlış yapmıştın. Ama Manisa’daki o köy evinde daha
sonra dile getirdiğiniz gibi yaşanması gerekiyordu tüm olanların. O nedenle de
yaşanan her şeyi silecek bir cihaz olsa bile unutmak istememek çok önemli. Ayrıca
pes etmemek. Acı gerçeği duysa bile: “İlham perim yok!”
Tek bir kelimenizle
Defne’nin hayatını ters düz ettiğinizi farkında mısınız? “Güvenmiyorum” onu
uçurumdan aşağı atarken, röportajda dile getirdiğiniz bu sözler ise hayatına
yeniden tutunması gerektiğini hatırlatmıştı ona. Ve Cherie’deki tasarımcılık
macerası başladı. Tam da sizin alt katınızda. Hayat işte... Siz kaçtıkça, o
uzak durmak istedikçe sizleri bir şekilde yan yana getiriyordu. Artık
patron-asistan olmaktan çıkıp, rakip firmaların iki tasarımcıydınız. Bir terk
ediliş, sizleri eşitlemişti. Hayatlar devam ederken, acı ise yerinde bakiydi.
Müvekkilim “Nasıl başarabiliyorsun bunu?
Manyaksın sen, normal olamazsın. Normal insanların duyguları var benim gibi.
Yemek yiyemezler, uyuyamazlar. Gözüne uyku girmez. Tarihteki yerlerini öyle
kolay alamazlar” diyerek acısını açıkça belli ederek, siz içinizde yaşamayı
tercih etmiştiniz. Ruhunuz hasta düşmüş, elleriniz başlamıştı titremeye... İşte
o kadar tamamlıyordunuz birbirinizi. O olmadan çizmek bile mümkün değilken, şimdi
bu itirafla ayrılık kararı alırsanız nasıl yaşarsınız merak ediyorum. Galiba
Defne’nin dediği gibi robot mu, yoksa normal bir insan mı olup olmadığınızı
şimdi göreceğiz. Umarım savunmamla sizleri az da olsa ikna etmeyi
başarabiliyorumdur müvekkilimin masum olduğuna... Ama ben yine de işi
garantilemek adına devam edeyim.

Önce aynı konkur için iki
rakip olmak, ardından beraber hazırlanan koleksiyonlar... Hangisinde daha çok
zorlanmıştınız birlikte çalışırken uzak durmaya? Herhalde birlikte koleksiyon hazırlarken.
Çünkü onu yaparken daha çok ortaya çıkıyordu “Birlikteyken şahane olduğunuz gerçeği.
İşten ondan “güvenmiyorum” deyip terk etmenize rağmen geri adım atarak Defne’ye
elleriniz kenetli bir şekilde beraber koleksiyon hazırladıktan sonra yeniden birlikte
olmak istediğini açıklamanız. Siz kendinize göre büyük adımlar atarken bu
teklifinize aldığınız “Benden nefret
edersin. Bildiğin tutunduğun her şeyin karşısında bu. Bence bilmek istemezsin.
Hiç istemediğim bir şey beni buralara kadar getirdi. Bir cendereye girdim ve
bir türlü sıyrılamıyorum çıkamıyorum işin içinden. Kalmak istiyorum,
kalamıyorum. Bir yandan kaçıp gitmek istiyorum. O da olmuyor. Bütün güzel
şeylerin de bana bu derdin getirmesi çok tuhaf. Derdimin ne olduğunu
açıklamayacağım. Bir gün sana dertsiz, tasasız, saçmalamayan, dolu dolu seven
bir Defne olarak geleceğim. Çok yakın bir zamanda kapını çalacağım ‘Ömer ben
geldim’ diyeceğim ve bir daha hiç gitmeyeceğim. Başka hiçbir şey sorma bana.”
cevabının hem hayal kırıklığı hem de kag olduğunu biliyorum. Ama o anda hemen
müvekkilim sizinle olmayı kabul etseydiniz, o zaman dağ evinde sizi terk
etmesinin ya da Tranba’ya tasarımını satarak acı çekmesinin bir anlamı
kalmazdı. Geçen ayrı günler ziyan olurdu. Başlanacaksa temiz bir başlangıç
gerekiyordu. Herhalde şimdi bunu daha iyi anlıyorsunuzdur. Aslında o anda Defne
sırrın ne olduğunu açıklamasa da, ortada çok acı verecek bir engel olduğunu
söylemişti size... Her ne kadar siz daha sonra bunu para ihtiyacıyla
bağdaştırmış olsanız da, orada müvekkilimin anlattığı o cendere bu oyunun ta
kendisiydi. Onunki altın bir kafesti. İçi aşkla dolu ama hareket edemediği ve
hapis kaldığı bir kafes. Oradan çıkış ücretini ödeyip, yeniden gökyüzünde
uçarak kapınızı çalmalıydı. Ve yine aynı amaç uğruna hata yaptı. Bu seferki
Tranba’ya tasarım satmak değil, hiç tanımadığı bir kadından paranın tamamını
borç olarak almaktı.