8 yaşında, daha kendi küçük bir çocukken bebek doğurmaya
karar vermişti Hülya. Belki elleri, kolları küçücüktü ama yüreği kocamandı
Hülya’nın. O yaşta bile bir bebeğe sevgisini verebilecek kadar kocamandı hem
de. Sokakta gördüğü hayvanlara şefkatle sarılan Hülya, bebeğine de sarılırdı
elbet.
Bir bebeği olsa, sevilirdi Hülya. Bebeği onu severdi, -anne-
derdi. Ve yalnızlığı son bulurdu Hülya’nın. Mutlu bir resmin içinde yer
alırlardı.
Bebek sahibi olmayı yalnızlıktan kurtulmayla
eşleştirdiğimizde tam bir bencillik hali olduğunun farkındayım. Ama 8 yaşındaki
bir kız çocuğunun hayallerinin de mantıklı olmasını beklemiyorum. "Bebek sahibi olmadan önce yapılması gerekenler, bebek sahibi olmak için uygun koşullar." gibi alanlara da girmeyeceğim. Açıkçası o kız çocuğu büyüyüp de bir yetişkin olduğunda, onu anlayabilmek isterdim. Hülya'nın çocuk sahibi olmakla ilgili neyi, neden düşündüğünü anlayabiliyorum. Bu durum da, şu noktada bana yetiyor.
Anne değilim, zamanı geldiğinde bebek sahibi olmak istesem
de şu anda bir anne gibi bakamam bu mevzuya. Ama anneliğin de sadece biyolojik
olmadığına inananlardanım. Hayat Şarkısı'nı seyrettiğim her an, Hülya ve Mehmet arasındaki ilişki gözlerimi dolduruyor. Hülya’nın anneliğine hayranlıkla bakıyorum. O
yüzden bugün biraz Hülya ve Mehmet arasındaki anne-oğul ilişkisinden konuşalım istiyorum.
Yazı devam ediyor...