Sosyal antropoloji dersi için insan doğası ile
ilgili okuma yaparken izledim The Walking
Dead’in malum dokuzuncu bölümünü. İnsan doğasına dair bir bölüm olarak karşıma çıkması güzel oldu. Bu bölüme dair hislerimi dökmeden önce
genel olarak diziye dair bir yorum yapmak istiyorum.
Darly giderse giderim! Kesin bilgi.
The
Walking Dead ile doktora tezimi yazarken tanıştık.
Hem tez yazıp hem diziyi izlemek sanılandan kolaydı (birkaç bölüm dışında).
Çünkü dizinin genel bir atmosferi var. Her sezon genel olarak durgun gidiyor. “Lanet olsun,
bir daha izlemeyeceğim” diyorsunuz. Ama tam bu cümleyi kurduğunuz hafta, öyle bir
bölümle ekrana geliyor ki diziyi neden izlediğinizi hatırlıyorsunuz. Örneğin,
bölümler boyunca aradıkları kızın ahırdan walker olarak çıktığı bölüm. Peki, biz bu diziyi niye izliyoruz?
Bunun son sezon dokuzuncu bölümle kanıtlanmış bir
nedeni var: İnsan faktörü için izliyorum(z). O kadar teknolojik bir çağda
yaşıyoruz ki artık beyin dalgalarımızdan ne hissettiğimizi anlayan robotlar
üretiliyor. Ancak The Walking Dead
kıyamet sonrası bir dünyada bile olsa hayatta kalmak için gerekli unsuru
hatırlatıyor. İnsan faktörü dediğim şey bu. Ne kadar akıllı mekaniklerimiz de
olsa insanın yaptıkları, yapmadıkları, hataları, seçimleri ile şekillenen bir
dünyada, doğada yaşıyoruz. Ve bu önemli. Çünkü insan faktörü olmadan çoğu şey
ayakta kalmıyor. Alexandria gibi.
Elm Sokağı'ndan daha ürkütücü
Malum dokuzuncu bölüme dönelim. Alexandria’ya ilk
girdiğimiz andan itibaren beni rahatsız eden bir durum vardı. Çok mükemmel, çok
hijyenik idi. Başka bir deyişle, orası ya bir araftı ya da ütopya.
Çünkü insan doğası, gerçekliği ötesinde işleyebileceği inancı ile
yönetiliyordu. O duvarlardan içeri Rick ve arkadaşları girdiğinde aslında resim
tamamlanmış oldu. Çünkü insan kusurludur. Ve hatta bir hata üretme
makinasıdır. Pişmanlıklar, keşkeler, acabalar ile dolar taşarız. Alexandria’dakilerin
farkında olmadığı ama Rick ve arkadaşlarının bildiği bu gerçeklik dokuzuncu
bölümde bir ütopyaya son verdi.
Yazı devam ediyor…