The Crown: Birisi yaşamış, diğeri de onu yaşatmış

Öncelikle, hikayeye başladığımız tarih: 1947. Yani Elizabeth henüz kraliçe değil ve bir beş yıl daha olmayacak. Babası hasta ama hala hayatta. Ancak tarihin bir özelliği var elbet: Evlilik. Diziyi Matt Smith'in canlandırdığı Philip ve Claire Foy'un canlandırdığı genç Elizabeth'in evliliği ile açıyoruz. The Crown her sezonu 10 bölüm sürecek şekilde ilerleyerek, bazı zaman atlamalarının da katkısıyla günümüze doğru ilerleyerek gelmeye devam edecek. Plan da altı sezon.

Peki, sonuç?

II. Elizabeth'e veya İngiltere'ye herhangi bir ön yargınız var mı bilmiyorum ama varsa hemen bir kenara bir süreliğine bırakın ve The Crown'ı bir deneyin. Zaten iyi bir şey bekliyordum ama Netflix beklediğimden de iyi bir iş çıkartmış.

* Karakterler ve oyunculuklar. Hakkında çok şey bilmediğim ama dizi için zaten gerekli de olmayan başbakan Winston Churchill dizinin gizli silahı ve asıl eğlenceli tarafı olmuş. Bunun için John Lithgow'a ve cast direktörüne sevgilerimi gönderiyorum. Evet, ortada sorumlulukları çok fazla olan bir kadın ve onun haftalık görüştüğü bir başbakan var ama siyaseti diziye daha çok sokarak izleyiciyi bunaltmıyorlar.

* Kadın olmanın zorluğu. Britanya şimdiye kadar kraliçeler baştayken her zaman daha iyi yönetilmiş ve istikrarlı olmuş bir ülke. I. Elizabeth de sağlam bir örnek. Ama gel de gör o kadınlar bu sırada nelerle uğraşmak zorunda kalmış? Dünya nihayetinde dönem fark etmeksizin erkek egemenliğinin baskın hissedildiği bir dünya, Elizabeth de tam ortasında kalakalıyor işte.

Daha önce de dediğim gibi malzeme bol, senaryo da sağlam.



* Aile. Şimdilerde buruşuk suratıyla taht sırası bekleyen Prens Charles'ı küçük ve sevimli haliyle görmenin tuhaf olduğu gerçeğini bir kenara bırakırsak, The Crown'da Elizabeth'in evliliğiyle birlikte bütün bir aile yaşantısına da tanık oluyoruz.

Prenses Margaret -biraz da geleceği bilmemin de etkisiyle- en hoşuma giden karakterlerden birisi oldu. Ama diğer yandan şimdilik alışamadığım tek karakter de Elizabeth'in kocası Philip çıktı. İlk bölümde sorunun saçlarını sarıya boyamış Matt Smith olduğunu sanıyordum ama devam ettikçe konunun oyuncuda değil Philip'in kendisinde olduğunu fark ettim. Öyle bir konumda olup bir de mızmız olmak lüksmüş gibi geliyor bana mesela. Kadın önündeki sorunlarla mı uğraşsın, kuyusunu kazmaya çalışanlara mı baksın, yoksa bir de senin nazınla mı oynasın diyor insan. Ama belki siz farklı düşünürsünüz.

The Crown'ın güzelliği de burada zaten. Taraflı davranmayıp herkesin bakış açısından anlatım yapmaya çalışıyor. Bu nedenle de farklı kişiler için farklı görüşlerin olması daha doğal hale geliyor. Bunu da oyunculuklarla destekleyip cilalayınca hepten daha da güzel oluyor.

Planlandığı kadar bir yayın hayatı olacağını biraz da bir Netflix dizisi olduğundan söyleyebiliriz ama umarım bir sorun çıkmaz demeyi ihmal etmeyeyim. Popülist bir istek olacak ama bu dizide Prenses Diana'yı görmeden ölmek istemiyorum mesela.

Durum böyle yani efendim. Tarihi dramaları, özellikle de gerçek hayattan uyarlama olanlara ben gibi sempatisi olanlar özellikle baksın The Crown'a.

Son olarak: Ne demiş atalarımız? Tanrı Kraliçeyi Korusun!
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER