Yukarıdaki cümlenin devamında ekliyor Kiremitçi:
“Çünkü bunu başkalarının alkışlarına endeksler.” Son romanı ‘Kendi Seven
Ağlamaz’ın da baş kahramanı Sitare Bozok, bu sorunun girdabına kapılan
oyunculardan. Hem de kamera karşısına çocuk yaşta geçenlerden. Küçük yaşta
alkışlarla, sevgiyle, övgü dolu sözlerle tanışan eski Yeşilçam yıldızlarının
resmi geçidi gibi. Ancak o şanssız olanlardan, çünkü bu alkışlara bağlı yükselen
özgüven sorunu onu çeşitli bağımlılıklara düşürüyor ve aşk hayatında da sayısız
tökezlemeye yol açıyor. Tam gerçek aşkın bir balon olduğunu düşündüğü anda Kürt
şehri Hodan’da çekilen bir dizide kendisine rol teklif ediyor ve o balonun
aslında göründüğü gibi olmadığını da burada anlıyor.
Sinema ve televizyon sektörüne yabancı olmayan
Kiremitçi, menajerden senariste, başrol oyuncusundan yönetmene bu dünyadan pek
çok kişinin iç dünyasını da hikâyesine dâhil etmiş. Kendisiyle röportaj için
buluştuğumda çenemi tutamayıp röportaj öncesi bir itirafta bulundum. Onun
kalemine ve aşk romanlarına olan önyargım yüzünden daha önce herhangi bir
romanını okumadığımı söyledim. Fakat ‘Kendi Seven Ağlamaz’ın ‘Gitmek: Benim
Marlon ve Brandom’ filmindeki o naif duyguyu taşıması ve Kiremitçi’nin bu
itiraf karşısındaki tevazusu bu kalıpları anında yıktı.
O da zaten bu
durumdan dertli. Aşk romanlarının edebiyat dünyasında bile üvey evlat muamelesi
gördüğünden şikayetçi. Fakat bu türün değer görmesi için yıllardır bıkmadan
usanmadan yazmaya, gerçek hayatları kağıda dökmeye devam ediyor. Son romanını
sinemaya uyarlamayı da düşünen Kiremitçi, RaniniTV için sorduğum soruları
cevapladıktan sonra okuyuculara da bir soru yönlendiriyor: “Dizilerde
hayranlıkla izlediğimiz o aşklar gerçek hayatta karşımıza çıksa ne yaparız?
Mutlu mu olursunuz, yoksa koşarak oradan uzaklaşır mısınız?”
● ‘Kendi Seven Ağlamaz’da sizi dizi dünyası ve bir çocuk
yıldız hakkında yazmaya iten neydi?
Sosyal içerikli bir aşk romanı diyebiliriz.
Kahramanımız Sitare eski bir çocuk yıldız. Büyüdüğünde unutulmuş ve yalnız bir
kadına dönüşmüş. Hayatı boyunca gerçek aşkı aramış ama bulamamış. Tam her
şeyden umudu kesmişken uzak bir Kürt şehrinde çekilen diziden küçük bir rol
teklifi alıyor. İsteme istemeye gittiği şehirde gerçek aşkla karşılaşacak.
Fakat gerçek aşkın hiç de onun beklediği gibi olmadığını görecek. Hayata ve
kendisine bakışını değiştirmesi gerektiğini fark edecek. İsteyen yazlık
sinemada film izler gibi okur isteyen de hassas aletlerle derinlikleri yoklar.
İkisi de kabulüm. Baba olduktan sonra çocuk yıldızların kaderlerine karşı
hassaslaştım. Biliyorsunuz, pek azı büyüdüğünde mutlu olur. Sinema ve televizyon
sektörü çocuklara göre değil. Sitare uzun zaman önce aklıma düşmüştü. Yıllar
içinde fırtınalı bir ilişkimiz oldu. Bazen ben onu unuttum, bazen de o beni.
Günün birinde ustam Selim İleri’ye bahsettiğimde “Bu kızı mutlaka yazmalısın”
dedi.
● Peki, Sitare’yi inşa ederken sektörden konuştuğunuz
biri oldu mu?
Beyoğlu’nda büyüdüm. Haliyle, hayatın her boyasından
insanla temasım oldu. Aralarında Sitare gibi hayatlarının bir döneminde yıldız
olup sonradan unutulmuşlar vardı. Mutsuzdular, geçmişe takılıp kalmışlardı,
geleceğe bakamıyorlardı. Şimdiye tahammül etmek için alkole ve uyuşturucuya
sığınmışlardı. Sitare onların hafızamdaki izdüşümünden doğmuş olabilir. Ayrıca
şu an öğretim görevlisi olduğum MSGSÜ Sinema-TV Bölümü’nden mezunum. Gençken
dizi setlerinde ter döktüm. Birçok arkadaşım hâlâ bu sektörde. Dolayısıyla
Sitare’yi dizi dünyasında hayal ederken pek zorlanmadım.
● Sinema ve televizyon dünyasında çalışırken neden
bıraktınız?
Sonradan edebiyata ve müziğe ağırlık verdim. Fakat
sektörde hâlâ zaman zaman çalışıyorum. En son kardeşim Banu Kiremitçi
Bozkurt’un senaristi olduğu ‘İlişki Durumu: Karışık’ dizisine konuk oyuncu
olarak katıldım. Set dünyasını severim; büyülü ve heyecanlı yerlerdir. Fakat
aynı zamanda her sektörde olan haksızlık ve saçmalıklarla da
karşılaşırsınız.
● Bu sektörde çalışan ve romanınızı okuyan
arkadaşlarınız nasıl yorumlar yaptı?
Oyuncu arkadaşlarımdan iyi tepkiler aldım. Zaten
anlattıklarım hepsinin bildiği şeyler. Kaldı ki o dünyaya önyargısız ve nesnel
bir şekilde yaklaşmaya çalıştım. Bazıları Sitare’nin kendilerine birilerini
hatırlattığını söylüyor. Tabii tek bir kişi değil ilham kaynağım. Pek çok
dizide öyle oyuncular, yönetmenler, asistanlar, kameramanlar var.
● Bugünkü çocuk oyuncuların geleceğini nasıl
görüyorsunuz?
Çocuklara zaafı olan bir milletiz. Onlardan kolay
etkileniyoruz. Dramatik yapılarda çocukların olması dizilere reyting sağlıyor.
Ama çocuğun o dünyada çalışması tehlikeli. Çünkü sonuçta bir illüzyonlar
dünyası. İzleyici bir illüzyona hayran oluyor ya da ondan nefret ediyor ama
ardındaki gerçek insanla ilgilenilmiyor. Bu da şöhretin bedeli. Yetişkin insanlar
için bile taşıması zor.
● Romanınızda oyuncuların ego sorunsalına da
değiniyorsunuz.
Adımı yeni duyurduğum yıllarda bunu bizzat yaşadım. Sanatçıyı
bekleyen en büyük tuzak özgüven sorunudur. Çoğu özgüvenlerini başkalarının
alkışlarına ve yorumlarına endeksler. Sanatçılar ve yazarlar genellikle
çocukken yeterince sevilmemiş insanlardır. Bunu alkışla telafi etmeye
çalışırlar. Onları anlayabiliyorum. Öğrenmemiz gerekense gerçek özgüvenin içten
geldiği. Hayatımız ve sanatımız için savaşmamızdan.
● Ego ortadan kalktığında tatmini ne sağlıyor?
Valla yaptığımız işin sandalye imal eden bir
marangozunkinden daha değerli olduğundan emin değilim. Yazarken hiç olmazsa kendimi
dünyada daha anlamlı ve yararlı hissediyorum. Özümle buluşabiliyorum. Bir çeşit
meditasyon gibi. Yazarak insanlar arasında gönül bağı kurabilmek çok önemli. Herhalde
benim tatminim de bu şekilde.
● Romanın temelindeki konularda biri gerçek aşk arayışı.
Günümüzde kaleme alınan romantik romanlara karşı bir önyargı hâkim. Pembe
dizilerle özdeşleştiriliyor genelde. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Haklısınız, nedense aşkı anlatan romanlara karşı klişe
önyargılar var. Sanki bir romanın kalitesi konusuna bağlıymış gibi edebiyat
dünyasında üvey evlat muamelesi görüyorlar. Oysa bir aşk romanı da gayet edebi
ve derinlikli olabilir. Sabahattin Ali’nin ‘Kürk Mantolu Madonna’sı ya da Boris
Vian’ın ‘Günlerin Köpüğü’ mesela. Yani illa pembe dizi olmak zorunda değil. Her
şey hikâyemizi ne kadar özgün anlattığımıza bağlı. Bu yüzden o önyargıyı anlamıyorum
ve saçma buluyorum. Hele bugünün dünyasında insanlık aşk yetmezliğinden yavaş
yavaş ölürken insani duygulardan bahsetmek çok değerli. Tabii ki kötü örnekler
de vardır, her edebiyat türünde olduğu gibi.
Yazı devam ediyor...