“Oturup uzun uzun konuşalım” demek için geldi Defne Ömer’in evine. Neriman’ın gözüne uğrayan seğirme beni yandan yandan dürtmeye başladı oracıkta. Ömer’i dağ evinde terk ettiği günün sonrasına ışınlanıverdim. Sahne ağır çekim ilerlerken benim de aklım artılarla eksileri tartmakla; ve o günün “konuşalım” diyen Defne’sinin, bugünün “konuşmamız gereken çok şey var” diyen Defne’sinden ölçülebilir bir farkını bulamamakla meşguldü.
Var mıydı gerçekten de? Haksızlık etmemek için son 12 saattir düşüyorum; zira kendisi rüyama kadar girmiş. Defne’yi “konuşmak”, “her şeyi anlatmak” kararını alıp Ömer’e koşturan sebepler değişiyordu sadece. Ağırlaşarak. Konuşmak istemeyen Ömer de aynıydı; çünkü Ömer İplikçi olmak her defasında hem kendini hem de bizi “bir konuşsa neler söyleyecek” sürüncemesinde bırakmayı gerektiriyordu. Ve fakat bir yandan da, çok da aynı değildi aslında. Çünkü 15. Bölümde Defne’nin yüzüne bas bas “seninle alakalı hiç bir şey duymak istemiyorum” diye bağıran Ömer, Defne’yle alakalı verdiği sözlere sadık, eve gelip takım elbisesini giyip kravatını takan Ömer’e dönmüştü. Kendi kendine muhasebesini yaparken kalbi, Defne’nin bu yaptığı için “buraya kadar neyse diyelim de” demeyi başaracak kulak memesi kıvamına erişmişti. Kalbi diyorum, kalbiydi bunu söyleyen çünkü, beyni değil.
Ömer’in tavrı, Defne’ye “ay bi de ben bu adama neler yapıyorum” dedirtmekten başka bir şey yaptı mı, kalıcı bir etki bıraktı mı emin değilim. Hatta “sana ulaşamıyorum, sanki bir duvar ördün, ardını göremiyorum” dediğine göre filtresinden geçemediği aşikar. Defne’cim o duvarlar buz gibi çekildi yine, fakat biliyor musun acaba, bu kez her zamankinden bile daha şeffaf!? “Benden nefret mi ediyorsun” dediğinde standart Ömer İplikçi muamelesi olan “poker surat ve buz gibi bakışlar” tepkisi yerine “saçmalama!” diyen bu adam; tasarımı, Tranba’yı, söylenen yalanları, saklanan gerçekleri o soğuk deyip durduğun evin içinde bırakıp, ceket ilikleyip ananenin elini öpmeye geliyor. Bu sırf “şahane” bir adam olmakla yapılmaz. “Bana artık bakmıyorsun eskisi gibi” diyorsan; elinde gelin çiçeğiyle kapıda belirdiğinde Ömer’in sana olan bakışlarını komple atlıyorsun demektir. Bu bakışların Sinan’ın odasındaki koleksiyon sunumu sırasında seni delip geçen bakışlarla akrabalığı var, ama maalesef ekran içinden geçip seni dürtemiyorum da bu konuda.
Velhasıl sen de Şükrü abinin dediği gibi, Ömer’in kapısının önündesin, ama içeri giremiyorsun. Ömer anahtarı sana bırakmış, ama sen onu yanlış yerde tutmuşsun. (Yaşa Şükrü reyiz.) Defne buna “heeee anladım, aynen ondan!” dedi ama, ne anladığını ben anlamadım, ve bu sadece benim beynimin yanıklığından olamaz.
“Yanlış yerde geziyorsun” be yalnız kuş! Veya yalancı kuş mu diyelim? “O yüzden yalnız uçuyor bu kuş” demekten başka bir şey gelmiyor elimden sana. O siyah kanatları da mı görmüyorsun; hayranlıkla ve korkuyla baktığın elbisenin üzerinde? Garipsedik hatta yüklendik bu elbise için geçen hafta sana, ve fakat ben içimdeki Koriş’ten hallice sanatçı ruhu salmadan edemiyorum bugün bu elbiseye baktıkça. Nasıl da Defne! Nasıl da havalanmak isteyen, ve bir o kadar da sevdiceğinin omzunda uyuyup bir daha kanatlanmamaya razı olan bir “yalancı” kuş.
Yalancı kuşun içinde bulunduğu ortamların seslerini kendi sesi yapması gibi, Defne de içinde düştüğü rolleri kendi sesi yapmak durumunda kaldı bugüne kadar. Konuşamadıkça, defalarca yapmak istediğini söylediği şekilde “her şeyi anlatamadıkça”, o seslerin içinde boğuldu sesi Defne’nin. Aynen bölüm sonunda “başkalarının oyununda bana düşen bu rol büyük geldi bana” dediğinde olduğu gibi. O rolden çıkması gerektiği, belliydi, netti, sualsizdi bile aslında. Ve fakat nasıl çıktığınız da önemlidir, o yüzden sarsak mı başa?