Körkuyulara ipinle ilelim mi Sinan?
Görmeyi umduklarımdan diğerleri ise umuyorum akislerini eksik etmeyecekler hikayenin gerisinden. İso ve Yasemin’i görmek istiyorum ben mesela Defne’nin yanında, ilk taşı atmak için sıraya giren “günahsız”ların önüne geçerken. Hatta bunu, şimdilik hala gözlemekle yetinen Necmi’den, hatta ve hatta ağzından bir şey kaçırmaktan çekinen Koray’dan, hatta belki inanmayacaksınız ama oyunu akşam misafirlikte mikrodalgadan çıkarıp bir kez daha bize servis eden Neriman’dan bile bekliyorum. Ama en çok senden bekliyorum belki Sinan. Deniz’e “kendi yarattıklarını para uğruna satmış” olan değil, “kendine hak gördüklerini öfke uğruna teslim etmiş” olan senden... Defne’nin “bunu neden yapmış olabileceğini” herkesten evvel bilmiş olması gereken senden, Defne’nin “gizli” kalsın istediği şeyi öyle inceliksiz biçimde ortaya dökmemiş olması gereken senden, Defne’nin hatalarından öğrenemediğini görüp kendi hatalarından öğrendiklerini Defne’ye anlatması gereken senden... Belki de en çok da, eğer içindeki “gerçek” sevgi ise, o sevginin layığı olan insanların acı çekmesine göz yummaması gereken senden. Sinan ve Ömer’in arasındaki kardeşlik, güven konusundaki mesajların bir anlamı olduğunu düşünmek istiyor, Ömer’in rest çekerken bir nevi yaptığı gibi ben de Sinan’ın ipiyle kör kuyulara inebilmek istiyorum. Hakkındaki fikrimin en fazla değiştiği, güvenimi asla sağlam bir yelkene bağlayamadığım Sinan’dan hala ve inatla bekliyorum, beni fırtınalı denizlerde alabora olmaktan kurtaran olmasını. Benim içimde dönüp duran dikenlerden biri de bu işte.  

Ve fakat şunu da hissediyorum ki, Yasemin’in aylardır içinde bekletip şimdi ortaya döktüğü, Sude’yi karşılıksız olduğunu da öğrenmesine rağmen yolundan zinhar saptırmayan, Necmi’nin bile Sinan’ı Sude’den uzaklaştırmak isterken sebep olarak gösterdiği “Defne aşkı” da içimizde dönüp durmayı ve kanatmayı bekleyen sır toplarından biri artık. Oyunla beraber onunda gün yüzüne çıkıp tüm dikenleriyle üzerimizden geçeceği günler bizi bekliyor. 

İçim karanlık, daha doğrusu allak bullak. Yumağın elimde onlarca ucu var, fakat içimden hiç birini tutup çekmek gelmiyor. Biliyorum ki o yumağı çözdükçe dikenler ortaya çıkıp elimi kesmeye başlayacak. O yüzden benim de Ömer gibi, karman çorman notlarımı boş bir tuvale atıp hepsinin üzerinden siyah spreyle geçesim var. Defne’nin derinlikli düşünmek konusundaki toyluğuna rağmen içinden fışkırıp duran iyi niyetinden ve merhametinden; gizli gizi kaçıp gittiği “misafirliklerin” fark edilmeyeceğini, eşelemediği zaman patronlarının kendisinden beklediği cevapları “unutacaklarını” düşünmesinden; ancak köşeye sıkıştığında sağduyusunun başına uğrayıp, yaptıklarının “pek etik olmadığına” karar verişişinden; kısacası kendi deyimi ile “2 gr. Aklının yine buharlaşıp uçmasından” söz etmek gelmiyor içimden... Neriman’ın yeterince hatırlatan yokmuşçasına 200 bin’lik borcu yine ısıtıp önümüze getirmesinin - aslında durduğu yeri belli etmesi ve Defne’nin çırpınışlarını daha iyi anlamlandırmamızı sağlaması açısından – gerekli olduğunu biliyorum, ama ağzım reddediyor bu kekremsi tadı. Bahçede Ömer’in “atın beni denizlere!” tadındaki yüz ifadesinin neredeyse aynısıyla oturuyorum bunları düşünürken. Ömer’in geçen hafta Defne’lerin mahallesindeki misafirliği ne kadar samimi doğan ve içtense, bu hafta Ömer ve Defne’nin İplikçi villasındaki tesadüfi karşılaşmaları da o kadar “bitse de gitsek” ekşiliğinde. O bahçeye Koriş gibi dalıp, büyük ihtimalle ayarlayamayacağım bir volümle “hadi size zengin kalkışı yakışır” diye bağırasım var. Necmi’nin Ömer’le Defne’yi bilmesine rağmen atlayıp Defne’yi evine bırakmasını, sonra da yine ve sadece dinleyip yorum yapmamasını da düşünmek istemiyorum mesela.  Amcam, ona “konuşmadıkça büyüsü bozulmuyor” değil de , konuşmadıkça sis perdeleri çöktükçe çöküyor desek? Nerede benim tuvalim ve siyah spreyim şimdi? 

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER