Aldık, sakladık, merak etme.
Herkesten bahsettiysek, herkesleri yerip bitirdiysek, Neriman ve Koriş’in içleri şiştikçe söyledikleri tereyağlı 1,5 iskenderlerlerin, cheescake’lerin, creme brule’lerin hepsini biz bir arada yemişizcesine midemize kayaları oturtmuşsak, Ömer’e geçebilir miyiz artık? Hikayenin, karardıkça kararan kalbini “sana emanet” demek isteyen, beyaz tuvalli prensine? 

Beni okuyanlarınız, takip edenleriniz bilir, hatta belki bazılarınız bu yüzden bazen kızar veya içerler de... Çok değil bundan birkaç ay önce, Cuma akşamlarımı nasıl kiraladığımı anlatmaya karar verdiğim hikayemden başlayarak, bugün her hafta ortalama 2000 kelimenin altında tamamlanmayan yazılarımı başı başka bir şeyse sonu Ömer’dir. Konusu başka bir şeyse gizli öznesi Ömer’dir. Ömer bu hikayenin çıpasıdır çünkü bana göre. Aklım hep, onun durduğu referans noktasından çıkarak hesaplamaya gider Kiralık Aşk’ın yollarını. Belki hikayenin en “hayali ürün”ü olmasına rağmen (!) kızdığımda da, sinir olduğumda da, yanlış bulduğumda da en fazla “anladığım” karakter yine Ömer’dir. Ve fakat, 2500 dakikadan, 25 binden fazla kelimeden sonra bile; bir sabah Ömer’i hala en doğru şekilde anladığımı düşünürken bulabilirim kendimi. İşte bu yüzden daha da şahane bir karakterdir Ömer.

Senin gökyüzünde 
Benim yerim yoktu
Kuru dallarında 
Kanatlarım kırılıp koptu 
Senin toprağında 
Benim evim yoktu 
Kader aynı sondu yazdığı son hikaye buydu.

Göksel’in en aşağı 1 aydır aklımda durmadan yankılanan bu şarkısı; “Yalnız Kuş”, tesadüf değil mi ki, yine bu sabah bir anlam daha buluyor kendine. Yazdığı son hikaye Ömer’le Defne’nin hikayesiymişçesine uyandırıyor bu şarkı beni bu sabah, bir çok sabah uyandırdığına benzer, ama bu kez biraz farklı bir şekilde... Göksel “Apollon’un Daphne’sinin bir ağaca dönüşüp kök saldığı topraklardan mı bahsediyor?” diye bir soru düşüyor aklıma... “Ömer bu topraklarda bir evinin olmadığına üzülüyor...” diyecek oluyorum sonra... “İncecik, tazecik bir fidan olan Defne’nin dallarını içine düştüğü yalanlar mı kurutuyor?” diye sorasım geliyor. “Ömer’in kanatlarını, kara fırtınaların çıktığı gökyüzü mü kırıyor?” diye geçiyor içimden... Serbest çağrışımda çığır açtırdığı için seviyorum işte Kiralık Aşk’ı. 

Sonra Ömer’e bir daha dönüp bakıyorum, sakince. Çalışma odasından elinde boş tuvalle çıkmak suretiyle serbest çağrışımı körüklemekte çığır açan bir adet Ömer İplikçi’yi, bir değil, belki on, belki yüz kez izlemek gerekiyor çünkü, o nedenle... Bana öyle geliyor ki, bu Ömer’de belki bir değil on bir, belki de binlerce anlam saklı. Yüzünde, dudaklarında, bakışlarında; tuvalindeki çizgilerde; kendisine eşlik eden “Kalbim Sana Emanet”ın dizelerinde... Kanatlarımın kırılıp kopmasından korkuyorum elbet ben de; ve fakat sormadan da edemiyorum kendisine:  

“Dışarıya çıkmak için dikenlerini batırdıkça batıran sır topu”, yoksa, Ömer, senin mi içinde? “Kurtulmak için onun dediğini yapmak” istemediğin için mi koşmuyorsun Defne’nin – senin gözünden kaçmaması gereken - gizlerinin peşinden? “Ağzından çıksa bile, o dikenler içine batmaya devam edeceği” için mi Defne’yi zorlamıyorsun, tüm o kaçışlarının altında neler yattığını söylemeye? Amcana “İki kişi arasında olup biteni kimse bilemez. Endişelenecek bir şey yoktur belki” derken aslında Sude ve Sinan’dan değil, Ömer’le Defne’sinden mi söz ediyorsun; endişe, korku ama umut ve beklentiyle...? Bu koskocaman dikenli sır topunu, aylardır içinde taşıyıp, Defne’nin sevgisi ve gerçekliği için erite erite, dikenleriyle birlikte sönüp gideceği günü mü bekliyorsun sabır içinde? Aklındaki kara bulutları tuvale atıp, sabretmeyi, beklemeyi, umut etmeyi mi kolaylaştırıyorsun, sisleri kaldırmak istediğin gökyüzünde?

Uçtum. 
Kanatlarım kırılıp kopmasa bari, diyerek. 
Ve bugün sislerin bastığı bu gök yüzünde, daima korkusuzda uçabileceğimiz parlak güneşlerin çıkacağını bilerek. 

Hepinize iyi uçuşlar :) 

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER