Defne’nin yaşadıklarını, yanlış kararlarını, hata üzerine yaptığı hataları “akıl tutulmaları” olarak görüp kabul etmeye çalıştım hep. Ve fakat aslında Defne, iyi niyetli ancak hatalarından ders çıkarmayı sürekli reddeden aklı başında bir kadından çok, misafirliğe gittiği evdeki 40 senelik antika vazoyu kırıp, kimse görmeden parçalarını saklayan küçük kız çocuğuna daha çok benziyor. Günün sonunda yol açacağı karmaşayı düşünmeden, günün “düşünebildiği” kadarlık kısmını kurtarmaya çalışıyor. Toplayamadığı kırık parçaların birilerinin ayaklarına batıp keseceğini hesaba katmıyor. Kırıkların eninde sonunda kendi elini kolunu yara içinde bırakacağını düşünemiyor. 4 kat maaşı Ömer’in ortağı Sinan’dan isteyen, 200 bin TL’ye 3-5 durak bıraktığı ücreti Koray’dan isteyen Defne de aynı Defne işte. Bugün de o Defne elinde tuttuğu çeki yırtacağı yerde “yırttım!” diye seviniyor. “Ömer bunun 1000 katını çizer” diye düşünebiliyor. Vazosunu kırdığı komşu teyze için “onların parası var, yenisi alılar canım ne olacak” diyor bir bakıma, çünkü katmanları kaldıramayacak, enine boyuna ve derinine doğru uzun vadeli düşünemeyecek kadar toy, büyüyememiş bir kız çocuğu, köklerini derine salamamış incecik bir fidan Defne. Bu nedenle ilk rüzgarda dalları kırılıp kopuyor.
İçimde Defne’ye karşı en düşük voltajlı şimşeklerin çaktığı bölümün bu olması belki bu yüzden. Halbuki bölümü milyonlarca insandan saatlerce sonra, evdeki 1 tane insanın ise isyan ve hiddeti eşliğinde izliyorum. Kiralık Aşk’a benim bulaştırdığım, evde olduğu Cuma akşamları veya kaçırmışsa ileri geri sara sara kafa dağıtmak, gülmek, gözlerinden kalp emojileri çıkarmak için izlediği diziye ilk defa bu kadar kızıyor kardeşim. İlk defa bana “valla yazıyorsan bunu da yaz” diyor mesela! Belki benim döndüğüm yoldan o şimdi gidiyor, bana bu borcu takarak. Defne kadar olmasın, ben de borcuma sadığım. İnşallah hiç bir vazo kırıp dökmeden ödeyeceğim bu borcu, kelimelere, metaforlara çevire çevire.
Deniz’in hikayeye dahil olduğu ilk anda onun için Ömer’in karanlık bir izdüşümü olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum... Hatta döngüsel başvuru hatası almayacaksam, kendi kendimi buraya “düşeyara” ile getireyim, 15. bölümden:
"Deniz’de ise – her iyi düşman hikayesinde olması gerektiği gibi – Ömer’i andıran tarafların olması, ürpertici ve heyecanlı. “Hamurlarının tatları, karışımları, kıvamları belki farklı; ama sanki benzer tatların başka biçimlerde yoğrulup farklı derecelerde pişmelerinden kaynaklanan türden bir ayrımları var. Bu Ömer’le Deniz’in sadece tokalaştığı tek bir anın fotoğrafının belki gösteremeyeceği, ama estirdiği rüzgarın hissettirebileceği bir detaydı. Ben hissettim. Veya “Kafam toplayıp çıkarıp bölüp, böyle hesapladı.” diyelim :)”
Erken, ve elbette “cafcaflı” ama çok da yanlış konuşmadığımı düşünmekte artık sakınca yok sanırım. Deniz’in evinin dekorasyonundan tutun Derya tarafından basıldığı sırada kitap okuyor oluşundan, Defne’yi Defne’ye anlatırken adeta Ömer’i yankılandıran “masum, ürkek, tekinsiz...” “nasıl da farkında değilsin kendininin...” deyişlerinden, “İstiyorum Defne”sinin içindeki tüyler ürpertici alt metinlerinden, Ömer ile her “yüzleşme”lerinin kasvetli bir ayna etkisi yaratan izdüşümlerinden bana geçen bu... Deniz Ömer’in iyiye doğru evrildiği kırılma noktalarından kötüye doğru evrilmiş bir karakter. Hırsları, tutkuları, kararlılıkları, cesaretleri, içgüdüleri aslıda son derece benzer. Bu nedenle bende hikayesi merak uyandırıyor, sahneleri tüylerimi diken diken ediyor, ve zaplama değil ekranı durdurma isteği uyandırıyor. Baş ve işaret parmağımla ekranı büyütsem derinini görebilecekmişim hissi geçiyor. Deniz’in hikayesi, görmeyi umduklarımdan işte.