İz tarafından - bu bölüm her bir
“buluşmanızda” olacağı gibi- bölünmeden evvel çok tatlıydınız Ömer ve Ömer’in
Defne’si. Bu söz ne kadar tatlı gerçekten... Her ikinize de aynı kişi tarafından
farklı zamanlarda söylenmiş, aynı bam teline dokunan; ama birbirinizin
bildiğini açıkça bilmediğiniz tatlı, sihirli bir sır gibi. Dışarıda ne, kim
olursa olsun kalplerinizin ve ruhlarınızın arasında akıp gitmeyi sürdüren, ve
aktıkça daha derinleşen bir bağı simgeliyor sanki. Bu bölüm Ömer’le Defne’nin
arasına gerçekten fiilen sızan İz’e rağmen kesilmiyor, durmuyor bu bağ, duramaz
da artık zaten. Bunu her zamankinden biraz daha güvenle söylüyorum, çünkü
NİHAYET karşımızda bir adet dile gelen Defne Topal var. Naapsak acaba havai
fişek filan mı patlatsak, sonu gelmesin diye adak filan mı adasak?
Haftalardır sayıklıyordum; “Konuş
kızım Defne, konuş, ya iç sesini duyalım, ya en yakınlarım dediklerin Nihan’la
İso’yla dertleş, yeter ki bütün bunlar konusunda ne kadar çıkmazda olduğunu
senden, senin sözlerinle işitelim, anlayamadığımız tüm o git-gellerinin ardında
ne gibi akla yatkın sebepler yatıyor; yatıyor mu anlayalım...” Defne’nin ne
kadar güç bir durumda olduğunu seyirci olarak biz elbette ki biliyoruz, ama
Defne ile gerçek bir empati kurabilmemiz için onun oradan oraya
“konuşmamız lazım”dan öteye gitmeyen sözlerle savrulmasını izlemekten çok; bu
güç durumun ciddiyetine ve vahametine vakıf olduğunu görmemiz şart.
Defne’nin acısını daha net görüp hissedebilmemiz için gereken kuvvetin
Serdar’ın damarlarında gezmesi de bir başka güzel ters köşe işte... Serdar
şükür ki bir güzel konuşturuyor Defne’yi. Defne ile beraber bizim de kafamız daha
net artık; onu durmak bilmez bir med-cezir halinde Ömer’e doğru ve ondan uzağa
sürükleyen basit, saçma, etraflıca düşünüldüğünde mantıksız ve giderek daha
tehlikeli hale gelen ama bir o kadar da gerçek sebepler... Defne, Sude’nin
Ömer’e kendisi için söylediği “güneşe doğru çekilen pervane” gibi çekiliyormuş işte
Ömer’e doğru! İçinde Ömer’in olmadığı hiç bir şansı istemiyormuş; içinde
Ömer’in olduğu bir şansının da aslında olmadığını iliklerinde hissede hissede...
Ben de seni partiden çıkıp Ömer’in evinde soluğu aldığın o gece tam da böyle
tarif etmiştim işte kızım Defne. “Güneşe
doğru kanat çırp, yanmaktan korkmadan” diye. Çırpıyormuşsun meğer. Kızı sınavda
en zor soruyu bilen anne gibi gurur filan yaptım, ağlamasam bari...
O değil de, bu iş gerçekten bu kadar
çözümsüz müydü ya? Defne’yi bir türlü işitemeyip aynı çıkarımları onun yerine haftalarca ben yaparken gözüme bu kadar çaresiz görünmüyordu demek ki! Şimdi
ise, Defne’den duyunca daha bir hazin ve apansız oldu! Çok bilinmeyenli
denklemin belki de en çetrefilli bilinmeyeni bu. XYWQTZ.... (daha gider).
İz ise çok bilinmeyenli denklemdeki
şansını zorladıkça zorluyor, çünkü zorlamadığı takdirde “bilinmez”i bu denklemin
içinden kayıp, silinip giden başka bilinmezlikler diyarlarına doğru sürüklenip kaybolacak...
Dövme için fazla metaforik bir tanım mı oldu dersiniz? Valla günah benden gitti
artık. Velhasıl şu dövme biraz daha bol göndermeli, iğneli atışmanın konusu
olmaya devam ederse, modern sanatta sembolizminin mihenk taşlarından biri olup
çıkacak başımıza! Umarım cidden silinmişsinidir dövme! Neyse... Konumuz dövme değil. En azından
benim değil. Yıllar evvel dövülmüş şu dövmenin yaptığı bu prime de tahammül
kotamı doldurmak üzereyim keza. Kızım Defne! Bak konuşmaya başladın azıcık
ikilemlerini, Ömer’e aşkını senin ağzından duyduk da rahatladık ama dilin
bülbül gibi şakımaya başlamışken gözlerin bu kadar mı kör kuyulara bakmak
zorunda yahu? Hala! Yani Ömer’in İz’e “he canım heeeee” gibi giderek daha da
kayıtsızlaşan tavırlarına bakıp nasıl hala “Ayyy galiba aralarında bir şeyler
oluyor, olmak üzere!” diyebiliyorsun? Ömer’in İz’e net bir set çekmemesi herkeslerce
eleştirilen bir tutum, orası başka... Ve kendi içinde haklı da bir eleştiri.
Ama Ömer’in senin yanında İz’in münasebetsiz – gerçi artık böyle bile demek abes
oluyor; bence zavallılık derecesindeki komik – tavırlarına eyvallah etmesi; “eeeeh
yeter ama” dememesi sana karşı yapılmış bir ayıp veya saygısızlık olarak
yorumlanabilir. Gönlünde yatanın sen değil İz olmasına ise DEĞİL! Valla ne
dersen de bunu görmemeyi anlayamıyorum Defo’cum. Adam sana Ömer’in Defne’si
diyor, gözlerinin içinde kaybolup yanağına öpücüklerin en tatlısını konduruyor,
“gel beraber yaşayalım” diyor, sen hala çaresizce çırpınıp kapına kadar gelen
isterik bir kadının “Dövmenin sırrını ilk bulan kazansın!” oyunlarına gelip
müşkül duruma düşüyorsun! Neyse; işe yaramıyor mu, yarıyor...ca.
Benim bu
sahnelerle biraz derdim; anlamadığım bir şeyler var yalnız. Defne’nin kıskanç
hallerinin normalde yüzünde muzip güller açtırdığı Ömer her nedense bu kez
tepesinde yaşanan ve şiddeti arşa vuran bu kadınsal didişmeleri sanki pek bir
anlamıyor, anlamlandıramıyor, Defne’nin hallerinden bir şeyler çıkaramıyor. Artı,
Defne’yi İz’den daha evvelki kadar “aman yanlış alamasın!” endişeleri içinde
korumaya da çalışmıyor pek sanki... (İz’in zaten ne kafası yaşadığına artık pek
kafa yorduğu da söylenemez, onu geçiyorum.) Velhasıl Defne 1-2 kez Feryal’i
sordu diye cin kesilen adam, bu dişi savaşçı hormonların kılıç dövüştürdüğü
meydanda adeta ruh gibi dolaşıyor... gibi hissediyorum ben, bir şekilde.
Şimdi bu, ya
Ömer’in şu an Sinan’la kafasını allak bullak eden durumundan dolayı böyle, ya
da işin içinde bizim şimdilik deşifre etmediğimiz başka bir tuhaflık var – veya
bir tuhaflığın olması için gereken kaygan zemin oluşuyor. NE YAPTIĞINI BİLMEYEN
ADAM ZEMİNİ! Diğer bir deyişle karabasan, kabus, korkulu rüya!