Ben bir patlamış mısır alayım diyorum, bir şey isteyen?
Efendim? 10dk molaya girmedik mi? Hmm.. tamam. Bölüm bitti diyorsunuz. Bence
bitmedi, onu napicaz? E konuşalım bakalım...
En keyif alarak izlediğim Kiralık Aşk bölümlerinden
biriydi Bölüm 19. Her bir sekansını, her bir gelişmesini tek tek “damağıma layık” bulmasam da dimağıma layık
buldum. Uzun soluklu bir proje için bence bu şart. Bazı zamanlar çözüme, bazı
zamanlar da çözüme giden yola puan vermek çünkü bu işin doğası. Veya matematiği,
diyelim. Kiralık Aşk’ın, üst perdede bir romantik komedi, zaman zaman bir peri
masalı gibi işlenirken, tabanında da güzel, katmanlı bir matematik problemi
gibi ele alınması; bana sonuca giderken yaşadığım bir takım tepe
sersemliklerini, çok bilinmeyenli denklemler içinde kaybolup durmaları affettiriyor.
Denklemlerin “çok bilinmeyenleri” ne alemde peki sizce?
Bence hala “pek bilinmeyen” statülerini koruyorlar. Bir yanda problemler
komplikeleşirken, diğer yanda cevapları bulduğumuzu sandığımız noktada, belki
de aslında X’i de, Y’yi de, Z’yi de yanlış hesaplıyoruz. Velhasıl, kafamada deli sorular...
Deniz’den başlayalım. Denklemin X’i. Bu arada baştan da
belirtmem lazım ki ben Deniz’i bir “kötü karakter” olarak bayağı bayağı
seviyorum. Her ne kadar Ömer’e olan “düşmanlığının” alt metinlerini henüz okuyup
tercüme edememiş olsak da; tek boyutlu ve sıkıcı bir “kötü” değil Deniz. Evvela,
her sahnesini kaşlarını çatıp kameraya en aşağı 30-40 saniyelik karanlık,
öfkeli bakışlar atarak açmadığı veya kapatmadığı için alkışı hak ediyor.
Düşmanın bile zeki, kendince esprili ve sarkastik olanı makbul tabi! Velhasıl
herhangi bir yerde duysanız güleceğiniz “Ömer’in kışını başlatıyorum” repliği Deniz’in
ağzında öyle pek de ekşi veya iğreti durmuyor; çünkü özgüveni, lapa zeminlere temel
atmış kötülerden değil Deniz. Akıllı, stratejik, ve soğuk kanlı. Passionis’in
siparişi derilerin ortadan kaybolmasıyla aslında bir alakası olmadığını Sinan’a
belli etmemeyi seçiyor mesela.
Evet, iddiam bu. Yeni düzende tüm çok bilinmeyenli denklemler
çözülecek sevgili yurttaşlar! Oy filan da istemiyorum üstelik. Matematik
hatrına :) Sinan ve Deniz’in “derilerimi geri ver” sohbetinin 2 saat yayın
süresi olan bölümde bu kadar hızlı geçiştirilip kapatılmasını sadece ben garip
bulmuş olamam bence. Sinan’ın Deniz’in ofisinden “deriler bulundu, üretime
devam” diyerek ayrılmasını da. Flashback alır mıyız almaz mıyız bilmiyorum, ama
bu hikaye içinde izlemediğimiz bir yan hikayenin olduğu muhakkak. Yani bu
açıdan X hala X’liğini koruyor.
Sinan’la Ömer’in durumu için ise çok bilinmeyenli denkleme
bir alt parantez açmak gerek galiba. Veya matematikten sıkılanlar için şöyle
gelsin: Sinan’la Ömer çözmeye çalıştıkça daha da dolanan bir yumak olma yolunda
ilerliyorlar. Ki çözmeye çalışmak tabiri çok doğru da değil belki; zira Ömer ve
Sinan’ın yaptığı, oradan buradan sarkan ipleri el ucuyla çekiştirip düğümü daha
da çözülmez hale getirmek. Bu sarmalın çözümü de zor ve meşakkatli zaten.
Mevcut ruh ve duygu durumları düşünüldüğünde, ikisinin de elinin gitmemesini de bir yandan anlıyorum.
Ve fakat; bazı teessüflerim de yok değil hani: Sinan! Bütün bunları “başlatan”
birini seçmek lazımsa illa, bu sanırım en objektif bakış açısı ile
değerlendirdiğimizde sen oluyorsun. Tasarımları Deniz’e veren sensin Sinan!
Hani iki bölüm önce hukuksal güvence, eser sahibi hakkı, ne bileyim bir
işbirliği protokolü filan gibi prosedürel detayları aklına bile getirmeden
jpeg’leri USB’ye koyup hunharca rakip firmanın zaten mimli ikinci nesil patronuna vermekte tereddüt etmeyen sen var ya, o sen işte... Zinhar puslu rüyaların da aklını
rahat bıraktıysa, vicdanın sesi filan yankı yapmıyor demek ki kafanın içinde
bir yerlerde... Velhasıl, kardeşim dediğin iş ortağının her şeyden evvel emeği
olan çizimleri, izinsizce ve rızasızca onun güvenmediği bir başkasına vermiş
olmanın yükünden hangi ara bu kadar kolayca kurtuldun, açıkçası pek
anlayamıyorum. Veya kurtulma şeklin, “Ömer bana bir şans bile vermedi yha” diye
tavır yaparak işin kolayına – veya üstüne – kaçmak/çıkmak mı, onu da çözmüş
değilim. Hepsini geçtim, en fenası belki de şu: Adam akıllı bir pişmanlık
sergilediğini ve özür dilediğini de hatırlamıyorum. (Ben mi kaçırıyorum?) “Beni
affet” sözünün bu kadar ağır geldiği - ve sonuçta da o ağırlığın altında ezilip
dilden dökülemediği – ilişkiye ne kadar dostluk, kardeşlik denebilir, bence
tartışmaya açık.