En Sevdiğim Pastam: Yalnızlığın elli tonu...

En Sevdiğim Pastam: Yalnızlığın elli tonu...
Sevmek dev bir ihtiyaç. Sevilmenin öncesinde, “sevmenin kendisi”. Birini tanımak isteme kararı. Usul usul birinin hayatına, zihnine, dünyasının/düşlerinin içine sızmayı isteme… Birini “önemseme”, ansızın “onun dünyanın geri kalanından ayrı bir yere sahip olması”. İşte bu kocaman cesaret nişanesine “sevmek” diyoruz ve ona bir bebeğin anne sütüne muhdaciyeti kadar muhtacız. Sevilme ihtiyacı bundan sonra geliyor. Tıpkı kendimizde olduğu gibi, kendimizden bildiğimiz ve öğrendiğimiz gibi, birinin gözünde diğer herkesten ayrı bir yerde olmak istiyoruz. Birini saatlerce, günlerce, aylarca, belki yıllarca aralıksız dinleyebilir hissetmek ve aynı arzuyu başka birinin de gözlerinde aramak… Dünyaya gözlerimizi açtığımız o ilk korkulu ândan itibaren bu iki yetiye tüm varlığımızla muhtacız.  



Bu bakımdan doğduğumuzdan beri onlarla haşır neşir olduğumuzu kabul ederiz. Sanki ikisini de çok yakından tanır ve unutmayız gibidir, oysa unuturuz. Sevmek de sevilmek de kullanılmadığında hantallaşan kaslarımız. Bir insanı sevmeyeli yahut biri tarafından sevilmeyeli çok uzun zaman olduğunda ikisine de yabancılaşırız. Öyle ki ezkaza yeniden rastlaştığımızda elimiz ayağımıza karışır; nasıl davranacağımızı, onu nasıl karşılayacağımızı şaşırır; belki kendimizi bile unutmuş gibi oluruz. Sonra ilk zamanlar bizi uçurup götüreceğine inandığımız o kasırga hâli, yerini yüzümüze hafif hafif vuran ılık bir esintiye bırakır. Bisikletimizin tekerleri yeniden kendi kendine dönebilmeye başlar. Onu sürmeyi, kalbimizdeki bu dev sarsıntılarla baş edebilmeyi yeniden hatırlarız.  

İşte bu film bunu anlatıyor. Bu “hatırlama” hâlini.  

Eşinin vefatından sonra otuz senedir hayatına yalnız devam eden Mihan, arkadaşlarının teşviki sonucu bir gün bu duruma bir son vermeye karar veriyor. Çiçeklerinden başka kimsesinin olmadığı bu evde bir ses daha lazım artık kendi sesine. Gün boyu yaptıklarını anlatacağı biri, oturup beraber yemek yiyeceği, “uzun” hikâyelerini dinleyeceği, sevdiği eski şarkıları açıp birlikte dans edecekleri biri. Birbirlerinin kahkahalarına eşlik edecekler, eski zamanları hatırlayıp hüzünlenecek ve gelecek hakkında birlikte endişelenecekler. Önlerinde çok uzun bir gelecek olmayacağını bilecek ikisi de. Ama artık yalnız ölmek diye bir korkuları da olmayacak. Gözlerini açmamasıya kapama vakitleri geldiğinde onu bulacak biri olduğunun huzuruyla kapayacak gözlerini ötekisi. Kimse mezarını evinden uzağa götürmeyecek, topraklarından koparılmayacak. Başka hiçbir şeyin “tamam” olmasına ihtiyaç duymadan onlar birlikteyken “tamam” olacaklar.  



Bu düşüncelerle kendi gibi birini aramaya başlıyor Mihan. Kendi gibi yalnız, kendi gibi yaşlı, onunla aynı ihtiyaçları paylaşan bir erkek arıyor. Ekmek sırası, parklar, eski zamanlarında gittiği kafeler… Bu arayışı esnasında hiçbir şeyin hatırladığı gibi kalmadığını fark ediyor. Gerçekten değişmiş olan şeylerle beraber, eskiden kendinde bulunan ve şimdide hatırlamadığı şeyler de var. Birini sevmeyi ve onun da kendisini sevmesini sağlamayı el yordamıyla yeniden hatırlamaya çalışıyor. Kadınlığını, çocuksu heveslerini, heyecanın ve kararlılığın getirdiği o ânlık cesaret hâllerini…  

Tüm bunları, bir emekliler restoranında tek başına yemek yerken fark ettiği taksi şoförü “Faramarz”da buluyor. Kulak misafiri olduğu bir sohbetten onun da kendi gibi yalnız olduğunu öğreniyor. Hedefine doğru emin adımlarla ilerleyerek :) çalıştığı durağı öğrenip onu orada bekliyor ve geldiğinde de kendisini evine götürmesini istiyor. Hayır, başkası olmaz, Mihan özellikle onu istiyor. Faramarz, yolda onu nereden tanıdığını sorunca da dürüstçe kendini açıklıyor. Birlikte bir akşam geçirmeyi teklif ediyor ona.  



Devamında neler olduğunu siz kendiniz izleyin isterim. Hayatlarının son döneminde olduklarına inanan iki insanın nasıl da her şeyden vazgeçmişken yeniden kendilerini hatırladıklarını… Sevmenin, sevilmenin; birini merak etme ve onunla her şeyinizi paylaşma isteği tarafından yeniden kuşatılmanın o büyüleyici seyrini… Birbirinden tatlı iki ihtiyarın yan yana gelince nasıl da gençleştiğini… İki oyuncu da o kadar şahane giymişler ki rollerini, ekrana girip onları mıncırmak istiyorsunuz ^^ İnsan izlerken ha bire “Yaaaa…” diye erimekten kendini alamıyor :)

Şehirler kalabalık. Şehirler yorgun. Her yanda dev bir gürültü var. Öyle yüksek ki kendi kalbimizin sesini unutur hâldeyiz. İşte tam da bu hâldeyken belki onu yeniden hatırlama fikri için gidip izlemek isteyebilirsiniz. İçinize akan bu sıcacık şefkât ve anlayış hâli, iddia ediyorum ki size iyi gelecek.  

Uzun ve rahatsız bir araba yolculuğu sonrası tutulan bacaklarımızla attığımız ilk adımların acı verici ve zor olması gibi, kullanmayı unuttuğumuz kaslar da ilk ânda bize böyle hissettirebilir. Belki de o ân elinizi uzatıp çekinmeden, açık yüreklilikle birinden yardım isteyebilmekte gerçekten yanlış bir şey yoktur.  

Tabii yürümekten tamamen vazgeçmeyi düşünmüyorsak?..

Sevgiyle.
Elif.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER