Ölmelerim yaşamımın romanı
Özdemir Asaf
Geçtiğimiz sezonun son beş bölümünden itibaren günümüze kadar geçen süreçte ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide gidip geldik. Yüreğimizin ağzımızda dolaştığı koca bir sezonu daha ardımızda bırakarak bugünlere eriştik. Kâh hayal kırıklıklarımızla sırtımızdan vurulduk, kâh hançeri gülüşlerimizde saklayarak kalbimizde çiçekler açtırmaya çalıştık. Ama bir şekilde hayatta kalmayı başardık. Kısa bir mola, diyerek ara verdiğim Yargı bölüm yorumlarına hiç bu kadar ara vereceğimi düşünmemiştim. “Tamam, artık dönebilirim,” dediğim yerde hepimizi yıkan o acı sabaha ben de gözlerimi açtığımda uzun süre kendime gelemedim. Yazmak dahi onca kedere çare olamazdı. Sanki Dünya o anda dönmeyi bıraktı. Sonra, zaman geçti ve her şey seyrine dönmeye başladı. Normale döndü diyemiyorum. Çünkü deprem gibi ortada yıkıcı bir gerçek varken, normale dönmemizi kimse bekleyemez. İster istemez hayatın akışını yaşamaya başladık. Yine de elim yazmaya bir türlü varmadı. Niyetlensem de kendimde o gücü bulamadım. Binlerce kaybımız toprağına bile kavuşamamışken; dizi izlemek, yorum yapmak, eleştirmek haksızlık gibi geldi. Söz buraya gelmişken okur, okumaz bilemiyorum; ama Uğur Aslan ve ailesine de sabır dilerim. Yaşadıkları, herkesin atlatabileceği duygular değil. İnsanın düşünce sınırlarını zorlayan acılarla karşılaştı. Çaresizliği yaşadı. Ailesi, baba ocağı, memleketi bir gecede yok oldu. O yüzden 49. bölümde bıraktığım bölüm yorumlarına ancak, 62. bölümde geri dönebildim. Döndüm mü, onu bile tam olarak bilmiyorum. Yargı sağlıklı bir üçüncü sezonu vaat etmediği sürece izlemeye devam etmeyi düşünmüyorum.
Aslına bakacak olursanız Sema Ergenekon ve senaryo ekibine çokça sitemliyim. Bu sitemim epeydir süregeliyor. Yargı, tekdüzelikten sıkıldığımız ve dert yandığımız günlerde şahane bir olay örgüsüyle karşımıza çıktığında; Sema Ergenekon’un zekâsına, kalem yeteneğine hayran olmuştuk. Neredeyse dünya standartlarına erişebilecek hikâyesiyle hepimizin ilgi odağı oluvermişti. Ta ki Yargı butik bir iş olmaktan çıkıp, ikinci ve hatta geçtiğimiz günlerde açıklanan üçüncü sezon onayını alana kadar. Emeğine, fikir işçiliğine hiçbir söz söyleyemem. Bir dünya nasıl kurulur ve kurulan bu düzen ne kadar zor korunur, biliyorum. Ama! Sezonlar arttıkça seyircinin zekâsını şiddetli ölçüde yıkmaya başladılar. İşte asıl sitemim de burada başlıyor. Her ne kadar Yargı yorumlarına bir süreliğine ara vermiş olsam da depreme kadar sessizce izlemeye devam ettim. Deprem yalnızca on bir ilimizde olmadı. Her anlamda Yargı’da da meydana geldi. Ekip, o sıralar ufak ufak üçüncü sezona yeşil ışık yakarken Pars’ın hikâyeden ayrılması Yargı’da deprem kadar etkiye sebep oldu. Şimdi diyeceksiniz ki başrol değil. Değil, ama ikinci sezona doğru karakterin ağırlığı başrol kadar etkiliydi. Hatırlarsanız bir ara fandom: “Derya ile Pars mı başrol yoksa Ilgaz ile Ceylin mi?” diye bolca isyan ediyordu. Bu nedenle Pars karakterinin bir anda hikâyeden çıkması hem senaryo ekibini hem de reji ve oyuncuları derinden etkileyen bir sınavdı. Depremden döndükleri hafta, o bocalama tüm karakterlerin üzerindeydi. Her aklı başında seyirci, bu bocalamanın da farkındaydı. Oyuncunun ayrılma kararı, yapımcı ve hatta reji ekibi ile olan iletişimi beni ilgilendirmez. Kimseyi de bu nedenle yargılama hakkına sahip değilim. Olması gerekiyormuş ve oldu. Fakat, beni esas ilgilendiren kısım, hikâyenin seyrini birdenbire etkilemesi ve senaryo ekibinin hazırlıksız yakalanması oldu. Hikâye zaten ikinci sezon için adaptasyonunu tamamlayamamışken, bir de sezon finaline direkt etkileyecek olan ismin ayrılması senaryoda depremin etkisiyle derin yarıklar açtı.
Bu bölüm itibariye Sema Ergenekon’un senaryoda yapmak istediği hamleyi tüm seyirci cebine koydu. Şimdi herkes Ilgaz’ın öldüğünü biliyor. Bundan sonraki süreçte yani üçüncü sezonda, karakterlerin Ilgaz’ın ölümünün ardındaki ipuçlarını bulmaları olacak. Sezonumuz delil toplamakla geçecek. Sonra bir bakmışız ki; Ilgaz’ın nasıl ölmediğini konuşacağız! İyi de iki sezon boyunca döndür döndür aynı romanı farklı hikâyelerde izlemedik mi? İşte bu süreç, seyircinin sadakatini sınayacak kadar sancıyla doldu. Bölümü izlemeye başladığım andan itibaren “Bu sezonun şarkısı ne olur?” diye düşündüm. Hiç duraksamadan da buldum. Sevgili Çiğdem Erken’in “Dünyayı Durduran Şarkı” adlı eseri Yargı’nın ikinci sezonu için biçilmiş kaftandı. Bölüm boyunca da şarkının sözleri sürekli kulağımdaydı. İçinde bu kadar anlam taşıyan şarkının aklıma düşme sebebinin de bolca sitem kokulu olması beni ayrıca üzdü. Çünkü Yargı’yı 34. bölümde durdurmuş olsaydık ve 62. bölümde yeniden oynatmaya başlasaydık, bu kadar üzülmezdik. Kimse kırılıp gücenmesin. Ama, aradaki yirmi sekiz bölüm boyunca Yargı Melekleri tarafından sürekli olarak sadakatimiz sınandı. Bunu kesinlikle Ilgaz’ın ölümüne yormanızı istemem. Biri ölecekti ve ölen kişinin Ilgaz olduğu uzun süredir bilinen bir gerçekti.
Geçen sezon, yazılarımda da kendimce ifade etmeye çalıştım. Sonuçta iki seçenek vardı. Yargı, ikinci sezonda hikâyesini sonlandıracaksa Ilgaz’ı öldürüp, tam da Ömer’in dediği gibi hikâyeyi başladığı noktada bitireceklerdi. Üçüncü sezon olacaksa – ki haberi fırından yeni çıkmışken, bir önceki olasılık otomatik olarak devre dışı kalıyor. O zaman geriye sadece üçüncü sezonun ana malzemesi olan “Ilgaz’ın ölümü” allanıp pullanacaktı. Yargı’nın kemik seyircisi de önümüzdeki sezon boyunca Ilgaz’ın nasıl ölmediğine şahit olacak. Böyle bir gidişatı tahmin etmek için âlim olmaya gerek yok. Bilhassa sitemim tam da burada doğuyor. Depremden döndükten sonra, bölümleri izlemememin de asıl sebebi budur. Hoş, benim izleyip izlememem kimsenin umurunda olmaz. İnsanı silah zoruyla da televizyonun başında tutmuyorlar. “Vay efendim, Mortis neden izlemedi?” diye dizini döven de olmayacak. Yine de insan, arasında bağ kurduğu hikâyenin bu kadar sallanmasına ister istemez üzülüyor. İlk sezondan beri ya da şöyle demeliyim; yirmi sekiz bölüm boyunca sabun gibi köpürtülen Ilgaz’ın ölüm senaryosu, elimi suya değdirince akıp gitti. Bunu bir şeye sahip olmayı çok ister de elde edince tüm hevesin kaçması gibi ifade edebilirim. Belki de Ilgaz’ın öldürülmesi, Parla’nın işlediği cinayeti Ceylin’in üstlenmesi ve devamında gerçekleşen olaylar silsilesi geçtiğimiz sezonun içinde gerçekleşmiş olsaydı bu kadar gücenmezdim. O zaman etkilenme oranım yüksek olabilirdi. Ama, bir sene sonra gündeme getirmeleri duygularımı harekete geçirmedi. O yüzden sabun köpüğü gibi kayıp gitti, diyorum. Üzgünüm.
Bölümü izlerken birçok kişi ile aynı cümleyi kurduk. “Senaryo patladı.” Bunu üstü kapalı bir şekilde Twitter’da da yazdım. Yinelemekten de çekinmiyorum. Sema Ergenekon ve ekibi, “6 ay sonra” sekansını tasarlarken işlerin hiç buralara gelebileceğini tahmin etmemiştir. Zaman, insanlar ve gidişat hikâyenin seyrine yol verdi. Zamanın getirdiklerine ve sürprizlerine ne yazık ki hazırlıklı olamadılar. Aslında bir bakıma fırsat ayaklarına gelmişti. Tahmin dahi edemeyecekleri şekilde hikâye, kendi seyrini oluşturabilirdi. İzlediğim bölümden de ikinci sezondan da razı değilim. Asıl hikâyenin sunulamayan tarafını izlemeyi çok isterdim. Sonuçta son dokuz bölümde tasarlanan bir ölüm senaryosu izledik. Aslında yaratmak için dokuz bölüm oldukça uzun bir zamandır. 34. bölüm final sahnesinde kamerayı Ilgaz’ın burnuna zoom’ladıklarında, karakterleri tek tek göstererek şüpheyi birçok kişinin üstünde dağıtmaya çalışmışlardı. Sahne gözlerinizin önünde canlanmıştır. İzleyici olarak Gül’den, Osman’dan, Aylin’den şüphe ederken Pars’tan şüphe etmek aklımıza gelmedi. Sonuçta adam nikah şahidi olmuştu. Gül dururken neden ondan şüphe edelim değil mi? Eğer tüm bu olaylar yaşanmamış olsaydı bugün; Ilgaz’ın katili Turgut Âli değil Pars olacaktı. Kuyu cinayetleri de sezonun başında bu nedenle tasarlanmıştı. Neva’nın ölümü bu sebeple kuyu cinayetlerine bağlandı. Pars’ın başsavcı olması da sebepsiz değildi. Bu süreç Ilgaz’ın ölümüne kadar gelecekti. Biraz hafızalarımızı zorlarsak, gerçi bölüm içinde de verdiler. Eren “Efendim, Savcım. Aldım Savcım, getirdim. Anlaşıldı, Savcım.” diye telefonda biriyle konuştu. O sıralar çoğumuz “Savcım” sıfatının karşılığını Pars, diye düşünmüş olabiliriz. Sema Ergenekon’un olabildiğince az kadro ile olayı risksiz bir şekilde tasarlaması bugünlere işaret etmiş. Mesela Eren’in adli tıpta konuştuğu Umut değil de Rıdvan veya Özge olabilirdi. Şu an düşünecek olursanız ikisi de dizinin kadrosunda yoklar. Tabii, Özge ile Rıdvan adliye yerine niye adli tıpta olsun değil mi? Özetle Sema Ergenekon farkında olmadan bugünler için en az spoiler ile “6 ay sonrası” sekansını kurdu. Kadrodan çıkması en az olası iki isimle kurgu yapması zekice bir hamleydi. Ama hikâyeyi üçüncü sezona gönderirken elindeki avantajı bariz senaryo hatalarına dönüştürmesiyle ayağına gelen fırsatı geri gönderdi. Bu kadar profesyonel bir ismin toparlayamaması beni üzdü. Yargı yola çıkıldığı gibi butik bir iş olarak kalmalıydı. Her zaman da dile getirmekten çekinmeyeceğim. Rating alıyor, yurt dışı satışlarında enfes kâr edildiği için ikinci, üçüncü sezona uzatılması bana göre doyumsuz bir hamle. Ama, tutmuş bir iş, diye düşünüyorsun. Onca insan bu proje sayesinde evine ekmek götürüyor. Kalıplaşmış izleyicisi var. Yeni bir hikâye tasarlayacak olsalar; planla, kâğıt üzerinden çıkıp canlandır, hayata geçir, başrollerin uyumu olur mu, olmaz mı diye düşün, tutulmasını bekle derken nereden baksan iki yıl geçecek. Hâlihazırda tutan işi uzatıver. Neden kaymağını yemesinler? Ben de yapımcı olsam altın yumurtlayan tavuğu kesmek istemem. Ancak, popülerizmin rehavetine kapıldıkları için “Ne yazsam izlenecek,” diye düşünüyorlar. Karakterleri kırıp dökmek ve sonra da o dökülenleri toplamak maharet değildir. Çok satılsın, sezonlarca sürsün, hep konuşulsun isteğinin karşılığı bu değildir.