Evimizin neşesi, ciğerimizin köşesi, ekranın
şahanesi Beş Kardeş, bu hafta yine 120 dakika olmasına rağmen uzunluğunu
hissettirmeyen bir bölümle çıktı karşımıza. Ama bir çıkar iki çıkar, üçüncüde
bir bakmışız hikaye çıkmaza girmiş. Her ne kadar Onur Ünlü’nün kalemine güvenim
tam olsa da, bir süre sonra diziyi izlerken saate bakıp duracak hale gelmekten çok
korkuyorum. Serzenişlerimin işe yaramayacağının da farkındayım ama 40 kere
söylersem olur belki. (Yazar burada en az 40 bölümün yolunu yapıyor.)

Sana gitme demeyeceğim, nolur git be Fahriye!
Fahriye’yi sevmiyorum, o da sağ olsun hiç mi hiç
sevmemem için elinden geleni yapıyor. Ne yalanları bitiyor, ne ukalalığı, ne de
bencilliği… Ardında bıraktığı enkazları hiç düşünmeden çekip gidiyor. Hiçbir şey olmamış gibi geri
dönüyor. Üstelik geldiğinde her şeyi olduğu gibi bulmak istiyor. Başta Sait
olmak üzere kimse de çıkıp hesap soramıyor. Sordurtmuyor çünkü. "Öyle icab etti." deyip geçiyor. Hep Fahriye
haklı, hep Fahriye mağdur, her şeyin en doğrusunu Fahriye biliyor. Onu izlerken
içim daralıyor, bir insan nasıl bu kadar şımarık olabilir diye kendimi
paralıyorum. Sonra tek bir gerçek tokat gibi çarpıyor suratıma. Mahallenin çocukları
tarafından gıcıklık olsun diye her yere yazılmış bir duvar yazısı gibi: Sait Fahriye’yi seviyor. Yanlış kadını seviyor da diyemiyorum, aşkın doğrusu yanlışı
olmaz ama bu kadar kör olmasa da olurdu hani. Biraz sesi çıksın, ezilmesin, vur
dese vurup öl dese ölmesin, ben de burada çıldırmayayım yeter.

“Allah bir adama iki kalp vermemiş ama benim kalbimi
ikiye bölmüş.”
Hani böyle aşk üçgenlerinde mantıkla kalp çelişir
ya, insan aklıyla kalbi arasında bir seçim yapmak zorunda kalır? Heh, Sait’te o
yok işte. Gönlü zaten Fahriye’de, çocuğunun anası olduğu ve Fahriye bu dünyada
ona ve kardeşlerine katlanabilecek tek kadın olduğu için mantık da Fahriye’den
yana. Ama Sait’in Canan’dan kopmasına izin vermeyen, onu git gide köşeye
sıkıştıran, aklının da kalbinin de sesini bastıran bir şey var: vicdanı. Canan Sait’in
verdiği söze o kadar inanmış, o kadar bağlanmış ki Sait bunu gördükçe kendini o
sözü tutmaya mecbur hissediyor. Üç kişilik hikayelerde biri mutsuz olmak zorunda
ama Canan’ı mutsuz etmeye gönlü razı gelmiyor. O herkesi mutlu etmeye
çalıştıkça herkes daha da mutsuz oluyor. Yere batsın bu kısır döngü, yazdıkça
içim kararıyor!

Aşkın ızdırabına limon sıkayım Orhan, sana bir şey
olmasın!
Bitti mi? Bitmedi. Bir de Orhan-Şevval-Turgut
çıkmazımız var. Şevval henüz ikisine karşı da bir şey hissetmediği için kesin
konuşamıyorum ama dünkü tokattan sonra Orhan’la olması zor gibi. Olsun istiyor
muyum? Hayır. “Ayrı dünyaların” insanları olsalar da Turgut ve Şevval’den daha
düzgün bir hikaye çıkar. Ama Orhan mutsuz olsun, mutsuz oldukça çenesine
vursun, çenesine vurdukça tokat yesin ve tokat yedikçe böyle kahrolsun istiyor
muyum? Asla. Orhan aşktan darbe aldıkça büyüsün istiyorum aslında ama büyümek
Orhan’ın fıtratında yok. O nedenle Orhan’a tez vakitte huyu huyuna, boyu
boyuna, çocuk ruhlu ve sevimli bir kısmet diliyorum. Yazarken fark ettim, resmen
Şevval’i dilemişim. Şevval gibi ama Şevval olmayan bir kısmet olsun lütfen.
Yoksa işin içinden çıkamayacağız.
Bu hafta aşk üzerine yazdım, öyle kalsın. Okuyan
gözlere, bölümde emeği geçenlerin yüreğine sağlık.
Ha unutmadan;

Cebinde Nazım Hikmet taşıyan adam hiç kötü olur mu?
Aklınız mantığınız kesiyor mu?