İtiraf edeyim, Begüm’ün cenazesinin kaldırıldığı bölümü hiç
izlemedim. Tuhaf bir tesadüfle, 38. bölümün yayınlandığı Cuma günü, biz de
dedemi toprağa vermiştik. Bu yüzden elbette yayın gecesi bölüme bakamadım.
Sonrasında da saçma belki ama, o bölümü o gün ben zaten bizzat görmüşüm gibi
hissettiğimden hiç dönüp izleme isteğim olmadı. Hiç izlemediğim halde, benim
için özel bir bölüm olarak bir kenara koydum. O yüzden, Emir annesini her
hatırladıkça, içindeki boşluk gittikçe büyürken ondan yanında olduğuna dair bir
işaret bekledikçe içim ona karşı bir başka sızlıyor. Annesinden bir iz, bir
işaret beklerken, onun tembihi sayesinde Süreyya’nın eliyle gelen ballı süt, biraz
olsun ona umduğunu vermiştir, yüreğini birazcık ısıtmıştır diye umuyorum.
Hep söylüyorum, Süreyya’nın bu konuda Emir’e olan
yaklaşımına bayılıyorum. Her ne kadar “Ben ona keşke demekten öteye bir şey
veremem.” demiş olsa da, bence Emir’e keşkeden çok, iyi ki dedirtiyor. Emir,
“Keşke senin yerine annem olsaydı.” demiyordur, en fazla “Keşke senin yanında
annem de olsaydı.” diyordur. En azından onu dinleyen bir dost olarak
Süreyya’nın varlığına müteşekkir olduğuna eminim. Çünkü Süreyya onun yaralarını
kendinden tanıyor ve iyileştiremese de en azından sızısını hafifletiyor. Faruk ise
çocuk yetiştirme konusunda da tam bir dangoz. Ortada bir kriz olduğu belliyken,
bunu doğru yönetememesini geçtim, üstüne bir de körükledi. Bu adamın duygusal zekası
düşük herhalde, şirketi vs iyi yönetiyor
ama iş insan ilişkilerine gelince hep düşe kalka ilerliyor. Kardeşleriyle,
çocuğuyla, hatta Süreyya gelene kadar annesiyle bile ilişkisinde hep bir
iletişim sorunu yaşıyor.

"Alo, Muhittin? Ben Adem... Amerikan Başkanı dahil herkesi devreye sokun. Güneş tarafından kaçırıldım. Evet, tarafından..."
Adem zor bir dönemden geçiyor ve işin daha da kötüsü çok
yalnız. Çoğunlukla hayatın ona şefkatli davranmadığını, kartların adil
dağıtılmadığını düşündüğü için huysuz, hayata ve kendine karşı öfkeli bir tavrı
vardı zaten. Ne kadar haklı veya haksız olduğu sayfalarca tartışılır, değerlendirilir.
Yaşadığı sağlık sorunu da, hayata en pozitif bakan insanı bile en azından başta
çok üzecek, umutsuzluğa sevk edecek bir şey. Adem’in öfkeli mizacını da bu
duruma eklersek, Güneş’e ve dahi ona değen herkese olan hırçın tavrını
anlamamız mümkün. Bu işin Adem yüzü. Bir de Güneş yüzü var ki, ben bu bölümde sanırım
ilk defa bu yönden baktım. Güneşsever bir insan olmasam bile, kalbinin çıt diye
kırıldığını neredeyse ben ekran başında duydum. Ortada hiçbir duygusal durum
olmasa bile, ki var, elinden ve gönlünden gelen yardımı sunmak isteyen bir
insanın kalbi bu şekilde kırılmaz. Minnet duygusuyla ezik büzük otursun da
demiyorum ama, Güneş gibi sorayım; asgari nezaket seviyesi beklemek de mi hata?
Aslında İdil Hanım’a en ihtiyaç duyduğumuz zamanlar bunlar, kendisi nerede
acaba?
Senem’in Güneş için, hazır mezarın taze ölüsü tabirine çok
güldüm. Şu da bir gerçek ki, Güneş kuyruğu ne kadar dik tutmaya çalışsa da,
Adem’e kendini feci kaptırmış. Adem onunla aynı derecede sürüklenmediği, hatta
şu anda hissî konular pek gündeminde olmadığı için Güneş’in bu konuda acı
çekmesi kuvvetle muhtemel. Yine de Adem’e karşı, Dilara’dan daha dik bir duruş sergileyeceğini
umuyorum. En azından o, Dilara’nın aksine neyle karşı karşıya olduğu konusunda
Senem tarafından uyarıldı, az buçuk da ön izlemesini gördü. Buna göre pozisyon
alsın.
İkinci bahar başlıyor derken, umutlarımız tomurcuklanırken
birden neredeyse sonbaharı atlayıp kara kışa saldılar bizi. Ya bir ateş
yaksınlar ki ısınalım ya da direkt Güney yarım küreye göçelim, şimdi orada
yazdır. Olmadı bana bir beşinci mevsim umudu vermelisiniz. Bunca üzüntünün
üstüne, dizinin uzun zamandır sürükleyici gücü, aşkın her yaşta bambaşka
tadının olacağının ispatı EsGa çifti sahiden ayrılırsa vallahi çok üzülürüm.
*Şebnem Paker, Beşinci mevsim