Kendi oğlunu elleriyle ölüme yollamak zorunda kalan Kösem Sultan için baş aşağı gidiş ise işte bu noktadan sonra başladı. Hayatını 1651 yılında kaybetti ama her şeyini aslında Sultan İbrahim’in öldüğü 1648 yılında kaybetti. Hem 4. Murad, hem de Deli İbrahim validelerine gücünün asıl kaynağının kendileri olduğunu ve kendileri yoksa onun da var olamayacağını söylemişlerdi. Saltanat sürme, güç sahibi olma konusunda eninde sonunda dedikleri oldu ve padişah olarak konumlarından yararlanabileceği oğulları kalmayınca Kösem Sultan siyaseten kaybetti.
 
Ancak İbrahim’in ölümüyle birlikte Kösem Sultan çok daha önemli bir şeyi kaybetti ; ruhunu, insanlığını…Defalarca cellatlara teslim etmeyeceğine söz verdiği oğlunu kendi elleriyle cellatlara teslim etti, yanında kalan tek çocuğu Atike Sultan da çok acı sözlerle onu terk etti. Ailesi öldü, sevdiği adam öldü, çocukları öldü, ölmemiş olanları kendisini terk etti. 

Güç, kudret, hırs ve saltanatla görkemli bir şekilde geçmiş olsa da Kösem Sultan’ın hayat hikayesi yalnız olmanın, yalnızlığın ve en sonunda da yapayalnız kalmanın hikayesiydi aynı zamanda. Ömrünün son demlerindeki icraatları ve girişimleri, bütün sevdiklerini kaybetmiş, yapayalnız kalmış ve artık acılardan başka güzel bir şey hissedemez olmuş bir insanın daha ne kadar gözü kara ve umarsız olabileceğinin cevabı gibiydi.
 
İki senedir yazılarımı takip edenler Kösem karakterini çok da sevmediğimi bilirler. Bunun en büyük sebebi de 1. sezonda masum Anastasia’dan kibirli Kösem’e geçişin çok keskin bir şekilde aniden olmuş olmasıydı. O geçiş biraz zaman alamadığı için aklımda hep masumdan ziyade, zaten böyle kibirli ve zalim olmaya dünden hazır, sinsi bir karakter olarak yer etti. Diğer yandan böyle kanlı iktidar oyunlarının içinde bulunan karakterlerin çok sevilmelerini, tarafları olunmasını da pek doğru bulmam. Doğrusuyla yanlışıyla değerlendirip objektif durmak gerektiğine inanırım. Örneğin Aşk-ı Derûn’da bin türlü kirli entrikanın içinde olan Hürrem Sultan karakterine bu kadar hayran kalınmış olması, öyle bir kadının seyirciden o kadar destek görmesi ve düşmanlarına karşı hep savunulan taraf olması çok sağlıksız gelmişti bana.
 
Ancak gelin görün ki Kösem, Aşk-ı Derûn’dan farklı olarak önemli karakterlerini haftalar boyunca usul usul işleyip, haklarındaki nihai hükmümüzü verebilmek için en sonuna kadar kendisini dikkatle takip etmemizi isteyen bir proje oldu. İlk dizide kimin ne özelliği olduğu ve nasıl konumlandığı en baştan az çok belliydi ama Kösem’de Genç Osman’ı da, 4. Murad’ı da, Deli İbrahim’i de, Kösem’i de tam olarak sevmek ya da nefret etmek için öldükleri bölümlere kadar beklememiz gerekti. Türk dizi sektöründe alışık olunmayan, hatta belki direk bir kusur olarak görülebilecek ancak benim gayet de memnun kaldığım bir anlatım tercihi oldu. Birçok karakterle ilgili mükâfatımızı belki oldukça geç aldık ama tatları da bu sayede çok daha güzel ve tam oldu bence.
 
Ve ne mutlu bana ki geçen sene bir türlü ısınamadığım karakteri final bölümüyle birlikte büyük ölçüde anlamış ve sevmiş oldum. Muhteşem Yüzyıl karakterlerinden beklediğimiz grilik en sonunda Kösem’de de kendini bütün gücüyle gösterdi. Kesinlikle çok hırslı, kesinlikle çok kibirli, dediğim dedik, etrafındaki herkes kendi istediği gibi olsun isteyecek şekilde otoriter ve zaman zaman de itici bir kadın. 

Ama kolay değil. Koskoca bir devleti yönetiyor, yeri geldiğinde her türlü entrikaya karışıp kirli işler çeviriyor ama yeri geldiğinde devletin çökmesine manî oluyor. Belki de eşi Sultan Ahmed’in çocuklarını ve devletini kendisine emanet etmesinden dolayı ona olan sözünü tutabilmek için her şeyi tek başına sırtlanan olmak istiyor, gücü paylaşmaktansa yalnız başına hüküm sürmek istiyor.
 
Gücün sihrine kapılıyor, hataları oluyor. Çoook uzun süre sonra hatırladığı masumiyet günleri ve Anastasia benliğiyle yüzleşirken o büyük kibrine, hırsına bir kılıf, bir suçlu bulmak istiyor. Anastasia büyük aşkının yanağını özlemle okşarken Kösem emanetini devraldığı Ahmed’e bakmıyor bile, bakamıyor. İçindeki Yin Yang misali sarışın Anastasia masumiyeti temsil ederken, esmer Kösem hırsa, kibre, acımasızlığa denk düşüyor. Bu yönüyle sevip sevmemek seyirciye kalmış.
 
Ancak sultan Kösem’in değil insan Kösem’in hikayesi biraz daha anlayışı hak ediyor. Kimse kusursuz değil. Onun da kusurları oluyor ama bedelini en ağır şekilde yalnız kalarak, yalnızlaşarak ödüyor. Hem de hiç istemediği halde. Sevdiği herkesi kaybettikçe duyguları biraz daha ölüyor. Duyguları öldükçe biraz daha ruhsuzlaşıyor, yalnızlaşıyor. Evlatlarının bile acımasızca ithamlarına göğüs germek zorunda kalıyor. Çocukları onun sadece hırslı, kibirli, kötü yüzünü görmeyi seçiyor. Onları belki çok seviyor ama serde “devlet gibi kadın” olmak, dimdik ve sert durmak var ya, göstermiyor ya da gösteremiyor. Erkeklerin dünyasında sözünü geçirebilmek için erkekler gibi bir kadın sultan ve erkek gibi bir anne oluyor.
 
Bunca yalnızlığın ve nefret edilmenin içindeyse bir tek Kemankeş’in aşkı yeşeriyor. O da yaşanması mümkün olmayan, varlığı kolay kolay dile getirilemeyen ve getirilse bile en fazla o sevgi özlemini dindirebilmesi için kalplerde yaşatılan bir aşk. Sevmeye, sevilmeye karşı büyük bir açlığı olan sadece 4. Murad mı? Annesi Kösem Sultan da öyle. İki karakter arasındaki aşkın tam dozunda tutulması, Derviş Paşa ve Handan Sultan aşkında olduğu gibi değil de daha çok büyük bir özlem noktasında vurgulanması çok güzel oldu bence. İsmail Demirci ve Nurgül Yeşilçay da bu narin ilişkiyi çok güzel yaşattılar.

Nurgül Yeşilçay’ı ayrıca tebrik etmek lâzım, çünkü Kösem Sultan’ı bütün mağrurluğuyla, bütün kibri ve hırsıyla ve aynı zamanda da bütün yalnızlığıyla çok başarılı bir şekilde canlandırdı. Vahide Perçin’in Hürrem Sultan yorumunda olduğu gibi sert, soğuk ve acımasız bir Kösem izletti bize ama her şeyden önce tüm azametiyle bir Sultan izletti. Geçen sene zaman zaman isteksizce, hatta zorla oynanıyormuş gibi görünen Kösem karakterini sezonun ilk bölümünde nasıl başladıysa aynı tatta ve disiplinle oynayarak bitirdi. 

1651 yılındaki görünüşünün karakterin o yaşı için çok genç durduğunu, hiç 62 yaşında bir kadın gibi görünmediğini düşünsem de zevkle izledik kendisini. Keşke makyaj ekibi sadece saçlarına beyaz atmakla kalmayıp, biraz da yüzüne, gözlerinin çevresine kırışıklıklar ekleseymiş. Valide-i Muazzama ve Valide-i Maktule’nin son resmi geçidi işte o zaman çok daha tam olurmuş. Yeşilçay'ın emeğine sağlık.
 
Bu arada sezon boyunca bir iki ufak melodisi dışında hiç dinleyemediğimiz Anastasia’nın ninnisini bu bölümde Anastasia ve Kösem’in yüzleşme sahnesinde az da olsa duymak çok güzel oldu. Hiç kullanmadan bitireceklerini düşünmüştüm. Nasıl da özlemişiz. Keşke biraz daha uzun dinleyebilseydik.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER