Bölümün en büyük güzelliği ise başta da dediğim gibi
Tugay Mercan’dı. Karakteri önceden canlandıran Rıdvan Aybars Düzey’le fiziksel
farklılığından dolayı benim şimdiye kadar istemsizce biraz mesafeli durduğum oyuncu, bu
bölümde Sultan İbrahim’i başarısından sual olunmayacak şekilde güzel
canlandırdı. Senaryo ekibinin iki bölümdür evveliyatından kopuk bir şekilde farklı
anlattığını düşündüğüm karakter de bu hafta tek bir seferde bütün yönleriyle
işlenince çıkan sonuçtan etkilenmemek için bir bahane kalmadı.
İki hafta önceki yazımda Sultan İbrahim’in deliden daha
çok acınası bir padişah olarak resmedildiğini söylemiştim. Bu hafta bu durum
bir kere daha şüpheye yer bırakmayacak şekilde vurgulandı. Aslında İbrahim, Muhteşem Yüzyıl Kösem’den geçen ikinci divane karakter olarak Mustafa’dan daha bile fazla can
yakan bir karakter. İkisi de ne tam akıllı ne tam deli, aslında etraflarında
olup biten her şeyden haberdar, kafaları gayet de çalışan ama adları üstünde
divaneliğe mahkûm olmuş yaralı karakterler. Taht kavgaları ve Kafes
uygulamasının yıkıcı getirileri olarak siyaseten piyon olmuş olmalarının
ötesinde en temelinde birer insan olarak doğru bir şekilde yaşanamamış çocukluğun hüzünlü kurbanları.
Buna rağmen Mustafa izlemesi biraz daha kolay olan bir
deliydi çünkü yeri geldiğinde durumundan keyif almayı, umursamamayı, divaneliğinin tadını
çıkarmayı bilen bir karakterdi. İbrahim ise acı çekiyor, korkuyor, kendisini
öldürmeye geldiğini düşündüğü gölgelerden korkuyor, karanlıktan korkuyor, hep
güven duymayı istiyor ama daha bebekken beşiğinde tanık olduğu can pazarından
bu yana o güveni hiç duyamıyor ya da duysa bile bu ona hiç yetmiyor. Çocukluğunu
yaşayamamış herkes gibi İbrahim de aslında hep çocuk. Masallardaki samur
kürklerin kendisini ölümden koruyacağına inanacak kadar saf bir çocuk. Yahut
buna inanmayı isteyip kendini kandıracak kadar her şeyin farkında olan ve acı çeken akıllı
bir çocuk.
Belki de bu korkuları ve özlemini bastırabilmek için hatunlara
ve zevk-ü sefa âlemlerine bu kadar düşkünleşiyor. Kendini kandırmak için. Başlarda kolaylıkla
değişebilen narin ruh hali, padişahlığı döneminde iyiden iyiye dengesizlikler
olarak kendini göstermeye başlıyor. Ve böyle bir karakteri izlemek de insanı
üzüyor.
Bu bölümde korku/gerilim filmlerini aratmayan Kemankeş’ten
kaçma sahnesinde, Şehzade Kasım’ı gölgelerin geldiğine inandıramadığı gibi
kimseyi Kemankeş’in yaşadığına inandıramadığında, annesine küçük bir çocuk gibi
samur kürklerin kendisini nasıl koruyacağını umutla anlattığı dakikalarda, nefesi
daralıp kriz geçirdiği anlarda ve tabii ki en son sahnede bir kere daha üstüne
kilit vurulup karanlığa hapsedildiğinde kapının dibine yığılıp, o bitmek
bilmeyen ölüm korkusundan dolayı elinde samur kürküyle aklını hepten
oynatacakmış gibi ağlamaya başladığında Tugay Mercan gerçekten harikaydı.
Hele final sahnesi aklımdan çıkmaz artık. İbrahim’in
korkusu, bakışları, gözleri yaşlı yalvarışı ama sesini duyuramayışı içime
işledi resmen. Çağatay Tosun seyirciyi de karakterle birlikte o zindana
hapsetmeyi başardı. Yaşadığın her dakika ölümü beklemek, Azrail’in nefesini her
daim ensende hissetmek, ömrünün uzun yıllarını hapsedilerek korku içinde geçirmek…Böyle
acımasız bir kaderi Allah yazdıysa bozsun dedirtti.
Geriye kaldı tek bir bölüm. Dananın kuyruğu kızılca
kıyametle birlikte kopacak. Sonra da ekip sağ, biz seyirciler selâmet…Umuyorum
ki dizinin sevenlerini hayal kırıklığına uğratmayacak güçlü bir bölüm olacak. Ne gibi sürprizler hazırlandığını göreceğiz. Haftaya
son bir defa daha görüşmek umuduyla, iyi seyirler…