Bazen yaptığımız şeylerin ceremesini sevdiklerimiz çekiyor,
hamleler sadece bize değil, sevdiklerimize, hatta en masum olanlarımıza zarar
veriyor. Çünkü hayatın kendi adaleti olsa da, o adalet tanrıçasının gözleri
bağlı, cezayı kime kestiğini göremiyor. İnsanların mutluluğuna göz dikip,
canlarına kastedersen, hayat da senin elindeki yegane mutluluk kaynağını
alabiliyor. Yanlış anlaşılma olmasın, Zeynep’in geçirdiği kazayı ve Poyraz’ın
ölümünü “Emir’e oh olsun, müstahak!” hissiyatıyla izlemedim, asla. Neticede
Emir’in içine düştüğü duruma üzülmesem de, Zeynep’in haline ve daha doğmamış
masum bir bebeğin ölümüne üzülüyorum. Hatta keşke bir mucize, bir oyun olsa,
altından başka bir şey çıksa ve aslında Poyraz yaşıyor olsa.
Peki, Emir sence değer miydi, düşmanını alt etme hırsı
uğruna kendinden olan bir parçayı kaybetmeye? “Bazı canlıları yara öldürmüyor, muhatapsız kalmak öldürüyor.” şeklinde
şahane bir alıntı yaptın ama keşke daha önce seni muhatap almak isteyen
insanlara sen de kulağını tıkamasaydın. Keskin sirke küpüne zarar atasözünün
gerçek hayattaki karşılığısın.
Keşke hayatın bu çarpık adaletinin muhasebesini yapabilecek,
ona değer veren insanların kıymetini anlayabilecek zihniyette olsaydı Emir. Fakat
durumu artık kara sevda boyutunu aştı, hastalık seviyesine geldi. Doktoru Kemal
zannedip de onun boğazına sarılması, her şeyin Kemal yüzünden olduğunu
düşünmesi hep bu yüzden. Tabii canım, Kemal
o tankın içinde paşa paşa ölseydi, Emir’in onu yeniden öldürmek için hamle
yapmasına gerek kalmazdı. Dolayısıyla onu engellemek isteyen Zeynep de kaza
geçirmez, Poyraz da ölmezdi. Ayıp be Kemal, insan efendi gibi ölür, Emir’i de
daha fazla uğraştırmaz! Asucum, yattığın hastanedeki yan odada abine de bir yer
ayır istersen.
Yanıma patlamış mısır almayı unutmuşum, tüh! Halbuki Kemal'in ölümünü izlerken iyi giderdi!
Eskiden olsa Emir, kendisini ve adını kurtarmak için bin bir
dolap çevirir, kendini temize çıkarmaya çalışırdı. Ama artık kendini kurtarmak
için bile kaçmayı düşünmüyor ki Zeynep’in uzaklara gitme teklifini başta reddetti.
Asu’nun yanında olmazsa, babasının yanında bir ranzaya eninde sonunda
yatacağının farkında, azmettirdiği, planladığı cinayetlerden dolayı olmasa da,
mali suçlarından dolayı hapishaneye gireceğini kabullenmiş durumda fakat o sona
varırken, düşmanını da kendisiyle birlikte dibe sürüklemek, ardını mümkün
olduğunca tarumar bırakmak istiyor. Bence Kemal, Emir’i daha önce ihbar
etmeliydi, Leyla tutuklanmadan, hatta Leyla o silahı eline almak zorunda kalmadan
çok önce. Bazen bu kadar sözüne sadıklık da fazla canım! Hele ki karşındaki
düşman, sınırları olmayan bir Emir Kozcuoğlu’ysa.
Emir’in hikayesine konulacak son noktanın tarihi de belli; 21
Haziran, yani final. Dolayısıyla öncesinde tabii ki daha atılacak üç beş
kurşunu var. Kaç katmanlı kötülük planı yapmış adam, maşallah. O hamleyi
savurduk derken başkası, bunu atlattık derken yenisi geldi. Medcezir misali
sular bir yükseldi, bir çekildi… Emir de artık bu adam öldürme işini fanteziye
döktü. Kısa yoldan, basit usullerle ve anında değil de, gayet yaratıcı bir şekilde,
üstelik de acı çektire çektire Kemal’i öldürmeyi tasarlamış. Basınç tankında onu
nefessiz bırakmak, zekice, yaratıcı, uğraştırıcı ve fakat çok canice, korkunç. Kemal’in
kurtulacağını bile bile o anları izlerken yüreğim sıkıştı, kalbim boğazımda
attı. O can çekişen hallerini izledikten sonra da, en değer verdiği şeyi kaybeden Emir'in durumuna üzülemedim. En sonunda da kendi hırsının yol açtığı olayı Kemal’in sırtına yükleyip,
tüm o gökyüzüne bırakılan güzel dilekleri, hayalleri şimdiden intikam ateşiyle
ucundan yakmaya başladı. Onun geri vitesi zaten yoktu, artık freni de kalmadı.
Ve hedefi artık Nihan ve Kemal’in kalbi. Kimin hedef olduğunu dillendirmeye
bile korkuyorum, Allah muhafaza!
Yazı devam ediyor…