Koca, yaşlı, şişko dünya!*
"Sen gül güneş doğsun yeniden."*
“Sanırım savaş yaraları hiçbir zaman iyileşmiyor.”

Marcel ve Vincent’ın kaçırılan çocukları kurtarmak için çıktıkları yolda, kurulan en anlamlı cümleydi sanırım bu. Ne olursa olsun kabuğu tutmayan, tutsa bile bir şekilde kopup giden, bu dünyanın gördüğü en büyük acımasızlıkla, durmaksızın oluk oluk kanayan yaralar… Savaş yaraları… İnanılan doğrular için mücadele edilirken alınan darbeler, yıkım süreci en hızlı ve harabesi en tozlu olandır. Çünkü insan en çok ve en acı inançlarıyla sınanır. Bundan değil midir zaten yüzyıllardır süregelen savaşma hali? Birbirimize kabul ettirmeye çalıştığımız doğrular, bizim doğrularımız… Başarılı olamayınca da karşı tarafta, hatta farkında olmadan kendimizde dahi açtığımız bir türlü onarılamayan gedikler…

Yine ne işler açacaksın başıma Vincent?

The Originals her zaman geçmişe sadık bir dizi oldu. Esas konunun köken vampirler olması en önemli etkendi fakat bahsettiğim bu değil. Vincent’ın geçmişi misal… Karısı Eva’nın başımıza bela olduğu bir dönem daha olmuştu fakat Eva’nın, tatlı Eva’dan şeytan Eva’ya dönüştüğü zamanına şahit olmamıştık. 4x3 de bunu izledik. Dizilerin ilk bölümünde de son bölümünde de aynı şeyi hissederim. Şimdi bir olay oldu ve her şey öyle başladı. Ya da bir olay olacak ve her şey öyle son bulacak. İtici bir durum bence. En azından ben hiçbir şeyin birdenbire olmadığına inanan biri olarak itici buluyorum. Fakat bazı diziler geçmişi, şimdiyle ve gelecekle öyle güzel harmanlıyor ki, bir yerde dönüp oraya baktığınız da gözünüze batan, eğreti duran hiçbir şey olmuyor. The Originals’da hep bir kaos ortamı var fakat bu onlar için yüzyıllardır böyle… Geçmiş de karmaşık, şimdi de, muhtemel gelecek de! O yüzden belki de, Marcel’in sekiz sene önceki hali ve yönettiği şehrin şartları, Vincent’in ona uymayan kurallara başkaldırısı hiç yabancılaşmadan durabiliyor ortamızda. Kapanmayan yaraların bahsinin geçirilmesi belki bu yüzden bunca sahici…

 "Sen benim yuvamsın, yuvanım ben senin."**

Hayley’i çok sevdiğimden söz etmiş miydim? Tabi ki söz ettim. Tam bir dişi kurt değil mi ya hu?! Bölümler ilerledikçe daha da çok anlıyorum ben Hayley’i. Yalnızca etrafındakileri değil, kendini ve yaptıklarını da sorgulayabilen süper güçlü bir karakter bence. Sanırım onca kanın, kılıcın, pençenin içinde vicdanını kaybetmemesi, üstüne bunu rotasında kullanması da böyle katladıkça katlıyor ona sevgimi. Ancak Elijah’a katılmıyorum. Hayley benim için daimi Mikaelson. O sadece Hayley olduğunu da unutmadan hayatını süren bir Mikaelson. Tekrar ve tekrar, hep bir ağızdan: “Always and forever Hayley.”***

Ne hançer, ne sürgün. Sadece şimdilik hoşça kal.

Rebekah gitti. (Buraya da hüngür şakırt ağlayan o emoji gelecek! Klaus, sen ağlamadın canımın içi ama ben senin yerine de ağlarım, mühim değil.) Klaus ile olan veda konuşmalarının en can alıcı noktası; ‘En sevdiğin kardeşin…’ kısmıydı. Sahi mümkün müdür böyle bir şey? Tek çocuk olmanın dezavantajı, bunu hiçbir zaman gerçek anlamıyla kavrayamayacağım gerçeği. İnsan kardeşleri arasında böyle bir seçimi yapabilir mi? Ya da neye dayanarak yapar? Klaus, yargılamadan yanımda durduğun için dedi ama Rebekah’nın kalbine kaç defa kazık sapladığının sayısını hatırlamıyoruz bile. Yani o aralarındaki denge bir şekilde kurulu ama çıkıp en sevdiğim kardeş olgusunun altının çizilerek kullanılması da pek doğru gelmedi bana ne yazık ki. Yine de, her şeye rağmen, Rebekah kendi hayatıyla ilgili bir adım attığı için seviniyorum. Bu adımı Niklaus’un desteklemesine ise papatya demetleri bırakıyorum. 



BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER