Ranini.TV’de Muhteşem Yüzyıl Kösem’le ilgili yazmaya
başladığım ilk günden beri çok nadiren “acaba bu hafta bir yazıyı
doldurabilecek kadar önemli şeyden bahsedebilecek miyim?” diye kararsızca
düşünmüşümdür. Sadece entrikalara odaklanıp dümdüz bir şekilde izleyip
geçmiyorsanız, en az 2 saat 10 dakika süren bölümleriyle, olumlu ya da olumsuz
anlamda eleştirilebilecek o kadar çok malzeme sunan bir yapım ki, hele bir de benim gibi bol bol anlatıp paylaşma hevesiniz de varsa, her hafta en az üç sayfa yazı çıkarmak inanın
hiç de zor olmuyor. Hatta çoğu zaman daha bile uzayıp, okumak isteyenler için
usandırıcı hale gelmesinler diye kendimi frenlemek, bahsetmek istediklerimin
bazılarını sonraki haftalara ertelemek durumunda kalmışımdır. Buna rağmen bu
hafta ne yazsam acaba diye ciddi ciddi zorlandığımı itiraf etmeliyim.
O kadar güzel ve dolu dolu bir bölümle ekrana geldi ki
bu hafta Kösem, art arda övgü sıralamaktan başka ne yapılır bilemedim. Tek bir
sahne bile gereksiz değildi, tek bir replik bile boşa sarfedilmedi. Başından
sonuna kadar pür dikkat izletmeyi başardı kendini. 2. sezonun başından beri
görmek istediğimiz tatta ve ayarda bir bölümdü. Bilhassa erkek seyirciyi
fazlasıyla ihya etti. Darısı şimdiden sezon sonuna kadar gelecek diğer bölümlere.
Bir kere hem görsel anlamda hem de anlatım dili olarak çok
heyecan verici ve Türk dizi standartlarının bayağı üstünde bir yarım saatle
başladı bölüm. O kadar ki devamında gelen sahneler de oldukça başarılı olmasına
rağmen ister istemez bu ilk yarım saatin görkemi altında biraz ezildiler. Game
of Thrones ve Vikings gibi dünyaca ünlü dev yapımların görsel diline oldukça
benzeyen, hatta içerik olarak biraz da onlardan esinlenen bu sahneler Kösem projesi özelinde iki
sezondur kotarılan en çarpıcı iş oldu sanırım.
Genel olarak Muhteşem Yüzyıl
serisi içinde de en üst sıralarda kendine yer bulur . Tekrar tekrar açılıp
izlenecek güçte sahnelerdi gerçekten. Bir-iki yerde color correction biraz fazla kaçıp yapay görüntüler oluşmasına sebep olmuşsa da, o kadar kusur kadı kızında da olur. Şahsımı ister istemez, bu dizi – ya da
sezon – en başından beri hep böyle olsaydı, uluslararası anlamda da daha çok
kadın seyircilere hitap eden kanallarda yayınlanacak şekilde, pembe dizi yönü ağır
basan bir yapım değil de karanlığı ve sertliği ağır basan bir tarihi yapım
olsaydı nasıl muazzam bir şey olurdu acaba diye düşündürüp hayıflandırdılar.
Geçen bölümün finalini yapan çamurda Murad boğma sahnesinin
öncesinde yaşananları anlatan, neyin hayal neyin gerçek olduğunun sınırının
belirsizleştiği, sembolik anlatımı bol olan bu ilk yarım saat çok hoş bir
sürprizle başladı. 1. sezonun en büyük trajedisinin kahramanı Genç Osman’ı
canlandıran Taner Ölmez konuk oyuncu olarak arz-ı endam ederek seyirciyi
sevindirdi. Metin Akdülger ile Medcezir’den sonra tekrar karşılıklı oynadıkları
bu sahnelerde hem iki sezon arasındaki devamlılığı sağladı, hem de Murad’ın
kendisiyle yüzleşmesini sağladı.
Yıllar önce küçük bir çocukken, ağabeyi Mehmet’in
idamı sonrasında, zalim bir hükümdar olmaktan korktuğunu söyleyen Osman’a
gözleri yaşlı “olmadın mı zaten?” diye soran kendisi aynı sözleri bu sefer
kendisi duymak zorunda kaldı. Tam olması gerektiği zamanda gelen, nokta atışı
bir göndermeydi gerçekten de.
Muhteşem Yüzyıl gibi en önemli karakterleri olan başrol
kadın karakterlerini canlandıran oyuncuları maalesef ki sıklıkla değiştirmek zorunda
kalmak gibi nahoş bir talihsizliği olan bir yapımda, bu durumun en büyük eksi
getirisi söz konusu karakterler açısından eski sezonlara geri dönüp bakmayı
imkansız hale getirmesi. Oyuncular değiştiği için belki de hikayenin akışı
içinde tam da geri dönüp bir hatırlatma yapma gereğinin doğduğu anlarda ekranda
aynı isimde iki farklı suret göstermemek için eski sahnelere flashback
yapılamıyor, bu tür gereklilikler hep kuru kuru lafla sözle ifade edilmek zorunda
kalınıyor. Bu anlamda Taner Ölmez’in kanlı canlı bir şekilde geri dönmesi, 1. sezonun
kritik sahnelerinin görüntülü olarak hatırlatılması da çok hoş oldu.
Gönül isterdi ki kendisini yeniden Osman katledilmeden
önceki haliyle sapasağlam olarak değil de, bir kulağı kesik, yüzü gözü kan
içinde görebilelim. İzlemesi mutlaka zor ve vahşice olurdu ama tadından da
yenmezdi ne yalan söyleyeyim. Aslında artık saat 23.00’ten sonra yayınlanan ve ekranda
gördüklerinden olumsuz şekilde etkilenebilecek yaşta hiçbir seyircinin tahminen
uyanık olmadığı, daha çok yurtdışına yönelik kotarılan bir yapım olduğu için
belki biraz daha zorlanabilirmiş bir şeyler ama RTÜK faktörü o kadarına bile
imkan vermiyor anlaşılan. İnternette bile sansürlü şekilde izlemek zorunda
kalıyoruz bölümleri ne yazık ki. Yine de böyle bir ihtimali düşünmek bile
heyecan verici. Dileyenler keşiş Osman’ı bu şekilde hayal ederek
izleyebilirler, inanın güzel oluyor.
Murad ise tam da geçen hafta yazdığım gibi içindeki “karanlığa”
yenildi. Daha doğrusu karanlığın üstün gelmesine gönüllü olarak izin verdi. Kulübedeki
büyücü adam gelecekte neyin nasıl olacağını belirleyebilmesi için rüyalarına
giren en büyük korkusu siyah atlıyla yüzleşmesi gerektiğini söyledi ancak o,
merhametin karşılığının ne olduğunu vaktiyle boynunu sıkan urganın bıraktığı
izi göstererek anlatan, ne olursa olsun zaaf göstermemesini söyleyen Osman’ın
ve aksi yönde değişmesi için kendisine telkinlerde bulunan bütün o “aciz”
kulları dinlememesini söyleyen, kibirli ve zalim tarafının yolundan gitmeyi
seçti.
İster en büyük korkusu, karısı Padme’nin ölümüne engel olabilmek için karanlık
tarafı bile isteye seçen Anakin Skywalker’a benzetin, ister en büyük korkusu
olan ölümü alt edebilmek için ne zalimlik gerekiyorsa yapmayı seçen Lord
Voldemort’a, her halükârda izlemesi çok keyifli bir hikayeydi.
Bu arada bu sahneler boyunca sık sık dillendirilen Musa
ve Firavun isimlerinden sonra, ormanda kayıp bir şekilde geçirdiği günler
boyunca avlanmak için budadığı uzun odun parçasıyla sırtlan peşinde gezen Murad
imgesini, elinde asasıyla dolaşan Hz. Musa’ya bile benzetebilir isteyenler.
Dedim ya çok heyecan verici bir ilk yarım saatti diye, her türlü yorumlamaya
müsait. Ayrıca çok ufak bir detay belki ama ormandaki derenin başında karşılaşan
biri atlı biri yaya Muradlar’ın eş zamanlı olarak koşmaya başladıkları sahne ve
sahneye eşlik eden en hareketli Kösem bestelerinden biri de müthiş olmuştu. İlk
yarım saatin hepsine ama en çok da bu sahneye alkış gitsin benden ^^