Kiralık Aşk’ı
başından beri izliyorum ve nereden baksanız hakkında en az bir elli yazı
yazmışımdır. Her hafta bölümü izledikten sonra bin bir duyguyla oturdum
bilgisayarın başına. Kimi zaman cümleler içimden taşıp döküldü ben tutamadım,
kimi zaman akıl ve gönül süzgecimden geçirip damıtarak, üstüne çok düşünerek
yazdım. Ama hiçbir
zaman bu kadar zorlandığımı hatırlamıyorum. Bu süreçte çok sevindiğim zamanlar da oldu, şaşırıp üzüldüğüm anlar da. Hayal
kırıklığı da hissettim, “Daha mutlu
olamam herhalde, zirve burası.” dediğim de oldu. Aslında bu kadar
içselleştirmek çok da normal bir şey değildi belki ama bundan hiç pişman
olmadım. “Bitse de gitsek.” gibi bir düşünce, aklımın ucundan geçmedi, en olmaz
bölümlerden sonra bile. Çünkü en başından beri ben bu hikayenin bizi evlerine
davet ettiğini hissettim. Öylesine sıcak ve tüm masalsılığına rağmen öylesine
gerçek bir hali vardı ki…
Önce perdelerini açtılar bana, dışarıdan içeriyi seyrettim güzelce.
Dahil olmak istediğimde bir de baktım ki kapı da zaten açıkmış, giriverdim
içeriye. Bir kere içine girdikten sonra semt de benim oldu, ev de. O yüzden evi
didikleyip altını üstüne getirdim; yemeklerin lezzetini överken mutfak tezgahındaki
lekeye söylendim, evin dekorasyonunu beğenirken ortasından sıkılmış haldeki diş
macununa laf ettim. Eve gelen konukların kimisini çok sevdim, hep bizimle
kalsınlar istedim; kimisini de ne zaman gidecek diye gözünün içine baktım,
gidince tezahürat yaptım.
Geçmiş, şimdi ve gelecek... Yan yana, kol kola ve çok mutlu.
“Güzel kızla yakışıklı oğlanın tatlış hikayesi” düşüncesiyle
başlayanlar zaten bir çay içip hemen kalktılar. “Amaaan başlarım böyle aşkın
ızdırabına!” diyerek tatlılarını yedikten sonra müsaade isteyenler de oldu
mutlaka. Çünkü aslında bu misafirlik meşakkatliydi, emek istiyordu. Defne’nin
de dediği gibi kolay olmadı bu noktaya gelmemiz; düşe kalka, yorula dinlene… Neticede
yürünecek yolları, aşılacak dağları vardı. Ama bence bu hikayeyi esas farklı
kılan da; çoğu kişiyi uzaklaştıran, anlam veremedikleri yahut
benimseyemedikleri o kırılma noktalarıydı ve ben tüm o anlarda daha da sıkı
sarıldım, yatıya kalmayı tercih ettim. Bu hikayenin bana asla bir gül bahçesi
vaat etmediğini hiç unutmadım.
Bir düş bahçesi kurdu ve ben hep o bahçenin
çeşit çeşit çiçekleri arasında gezindim. Kokusunu sevmediğim çiçekleri de oldu,
zamanla çürüyüp gidenleri de. Ama her seferinde yeni yeni çiçekler ekildi ve
elimde kalanlar en nihayetinde hep en güzel manzarayı sundu, en güzel
rayihaları saçtı. Aslında hikayenin sonlanmasına üzülmem de, tam olarak artık
yeni yeni çiçeklerin ekilmeyecek olmasından kaynaklanıyor.
Ama bir yandan da çok sevinçliyim, zira bir romantik komedi olarak
başlayan bu hikaye, 69 bölüm sonunda bu türünü muhafaza ederek, drama hiç
kaymadan taptaze bir halde vedalaştı bizimle. Bence işin en güzel tarafı da bunu "Kör ölür badem gözlü olur." kontenjanından söylemiyor oluşum. Çünkü bu, gerçeğin ta kendisi. Ben bu dizi sürelerinde ve
şartlarında, naifliğinden ve romantik komedi havasından zerre ödün vermeden; en
özelinden aşkı, en sağlamından dostluğu, aile olmanın kıymetini ve hayatta
dosdoğru durmanın önemini, bu kadar uzun soluklu bir halde verebilmelerini çok
önemsiyorum. Ne geçmişten gelen sırlar, ne sonradan uydurulmuş yama gibi duran
entrikalar, ne kadına karşı saygısızlık veya şiddet, ne hastane izledik
bu süreçte. Defne’nin
onları bırakıp giden annesi veya babası bile dönmedi. Televizyonu her açtığımda
yalnızca buram buram aşk, misler gibi iyilik ve yeni basılmış kitap kokusu
doldu odama. Bir rüzgar esti ve onları hiç bilmediği, daha önce gitmediği
yerlere savurdu, orada çok mutlu oldular; güle baktıkça bülbülün yüreği
çırpındı, bir umuttu yaşatan onları ve coşup seven gönülleri hiç durmadı.
Yazı devam ediyor.