Ve perde kapanıyor...
Onlar erdi muradına, biz inanalım mucizeye.^^
Kiralık Aşk’ı başından beri izliyorum ve nereden baksanız hakkında en az bir elli yazı yazmışımdır. Her hafta bölümü izledikten sonra bin bir duyguyla oturdum bilgisayarın başına. Kimi zaman cümleler içimden taşıp döküldü ben tutamadım, kimi zaman akıl ve gönül süzgecimden geçirip damıtarak, üstüne çok düşünerek yazdım. Ama hiçbir zaman bu kadar zorlandığımı hatırlamıyorum. Bu süreçte çok sevindiğim zamanlar da oldu, şaşırıp üzüldüğüm anlar da. Hayal kırıklığı da hissettim, “Daha mutlu olamam herhalde, zirve burası.” dediğim de oldu. Aslında bu kadar içselleştirmek çok da normal bir şey değildi belki ama bundan hiç pişman olmadım. “Bitse de gitsek.” gibi bir düşünce, aklımın ucundan geçmedi, en olmaz bölümlerden sonra bile. Çünkü en başından beri ben bu hikayenin bizi evlerine davet ettiğini hissettim. Öylesine sıcak ve tüm masalsılığına rağmen öylesine gerçek bir hali vardı ki…

Önce perdelerini açtılar bana, dışarıdan içeriyi seyrettim güzelce. Dahil olmak istediğimde bir de baktım ki kapı da zaten açıkmış, giriverdim içeriye. Bir kere içine girdikten sonra semt de benim oldu, ev de. O yüzden evi didikleyip altını üstüne getirdim; yemeklerin lezzetini överken mutfak tezgahındaki lekeye söylendim, evin dekorasyonunu beğenirken ortasından sıkılmış haldeki diş macununa laf ettim. Eve gelen konukların kimisini çok sevdim, hep bizimle kalsınlar istedim; kimisini de ne zaman gidecek diye gözünün içine baktım, gidince tezahürat yaptım.


Geçmiş, şimdi ve gelecek... Yan yana, kol kola ve çok mutlu.

“Güzel kızla yakışıklı oğlanın tatlış hikayesi” düşüncesiyle başlayanlar zaten bir çay içip hemen kalktılar. “Amaaan başlarım böyle aşkın ızdırabına!” diyerek tatlılarını yedikten sonra müsaade isteyenler de oldu mutlaka. Çünkü aslında bu misafirlik meşakkatliydi, emek istiyordu. Defne’nin de dediği gibi kolay olmadı bu noktaya gelmemiz; düşe kalka, yorula dinlene… Neticede yürünecek yolları, aşılacak dağları vardı. Ama bence bu hikayeyi esas farklı kılan da; çoğu kişiyi uzaklaştıran, anlam veremedikleri yahut benimseyemedikleri o kırılma noktalarıydı ve ben tüm o anlarda daha da sıkı sarıldım, yatıya kalmayı tercih ettim. Bu hikayenin bana asla bir gül bahçesi vaat etmediğini hiç unutmadım.

Bir düş bahçesi kurdu ve ben hep o bahçenin çeşit çeşit çiçekleri arasında gezindim. Kokusunu sevmediğim çiçekleri de oldu, zamanla çürüyüp gidenleri de. Ama her seferinde yeni yeni çiçekler ekildi ve elimde kalanlar en nihayetinde hep en güzel manzarayı sundu, en güzel rayihaları saçtı. Aslında hikayenin sonlanmasına üzülmem de, tam olarak artık yeni yeni çiçeklerin ekilmeyecek olmasından kaynaklanıyor.

Ama bir yandan da çok sevinçliyim, zira bir romantik komedi olarak başlayan bu hikaye, 69 bölüm sonunda bu türünü muhafaza ederek, drama hiç kaymadan taptaze bir halde vedalaştı bizimle. Bence işin en güzel tarafı da bunu "Kör ölür badem gözlü olur." kontenjanından söylemiyor oluşum. Çünkü bu, gerçeğin ta kendisi. Ben bu dizi sürelerinde ve şartlarında, naifliğinden ve romantik komedi havasından zerre ödün vermeden; en özelinden aşkı, en sağlamından dostluğu, aile olmanın kıymetini ve hayatta dosdoğru durmanın önemini, bu kadar uzun soluklu bir halde verebilmelerini çok önemsiyorum. Ne geçmişten gelen sırlar, ne sonradan uydurulmuş yama gibi duran entrikalar, ne kadına karşı saygısızlık veya şiddet, ne hastane izledik bu süreçte. Defne’nin onları bırakıp giden annesi veya babası bile dönmedi. Televizyonu her açtığımda yalnızca buram buram aşk, misler gibi iyilik ve yeni basılmış kitap kokusu doldu odama. Bir rüzgar esti ve onları hiç bilmediği, daha önce gitmediği yerlere savurdu, orada çok mutlu oldular; güle baktıkça bülbülün yüreği çırpındı, bir umuttu yaşatan onları ve coşup seven gönülleri hiç durmadı.

Yazı devam ediyor.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER