Kimi diziler vardır, son ana kadar dramı, kavgası çekişmesi
bitmez. Ama sonra final zamanı geldiğinde sanki o karakterlerin de hayatı o
anda, orada sonlanıyormuş gibi herkes bir sevgi çemberi içinde veda eder. Oysa
ki bu hikayede o sevgi çemberi hep vardı. Hata yapanlar, dışına çıkanlar da çok
insani bir şekilde geri döndüler zamanla. Dolayısıyla final olduğu için
mantıksız bir mutluluğa ermediler, onlar zaten onca mücadelenin sonunda,
çoktandır hak ettikleri mutluluğu yaşıyorlardı ve biz de bir noktada bıraktık
onları öylece. İşin tuhafı, bizden sonra da hayatlarına böyle devam
edeceklerine inanıyorum aslında. Sanki hayatlarının belli bir dönemine konuk
olmuşum ve şimdi yalnızca benim onlardan ayrılma zamanım gelmiş gibi
hissediyorum.
Ben artık göremesem de her gün; “Güneş doğarken, çiçek açarken/Ve hayat geçerken ben seninleyim”
diyecekler birbirlerine. Sinyor İplikçi ve çok sevgili eşi Sinyorita İplikçi,
şahane bir ekip işiyle ortaya çıkardıkları, ideal gen havuzu ürünü olan junior
İplikçilerle orada yaşamaya devam edecek. Emine ve Koray büyüyecek; Ömer annesine
benzeyen güzeller güzeli prenses kızıyla, Defne dünyaya haksızlık etmemek için
babasının kopyası olarak doğurduğu oğluyla ittifak kuracak. Hayatındaki
mutluluğun bir yansıması olarak Ömer şahane tasarımlar yapmaya devam edecek ve
tatlı bir şarkının içinde yaşayıp gidecekler. Öyle bir his işte...
Sevmek ve affetmek, bir mucizeyi gerçekleştirmenin ilk şartıydı aslında.
Bu kadar sahici oldukları için de, Defne’nin “Hiç olmaz dediğiniz şey, gün gelir başınıza
gelen en güzel şey oluverir. Bu yüzden inanın ve mucizelere inanmaktan asla
vazgeçmeyin.” öğüdü kulağıma farazi bir nasihat gibi gelmiyor, o bana kendi
hikayesini anlattı ve beni mucizelere inandırdı. “Ya bu prens de salak mı?”,
“Sindirella da amma iyi niyetli.” diye burun kıvırdığım masalı bile sevdirdiler
bana sonunda. Çünkü o Ömer'in, bir çift ayakkabıyla, bir öpücükle hayatı değişiveren prensesiydi. Bu hikayenin bana iyi gelen, olmazı sevdiren, ruhumu
dinlendiren ve beni sonsuz mutlu eden bu hali hiç değişmedi ama özellikle de ikinci
sezonu, belki de daha zor bir gündeme denk gelmiş olduğu için, benim huzur
adacığım, mutluluk pencerem, stres atma köşem oldu. Herkesin zor zamanında
sığındığı, kendisini avutan bir terapi yöntemi, bir ritüeli vardır. Bu kimi
zaman aile veya dostlar, kimi zaman çok sevilen bir kitap, kimi zaman da huzur
veren şarkılar olur. Benim için Cuma akşamlarının terapisti de Kiralık Aşk idi.
“Oysa içimden
kopan bir sen değilsin
Umutlarım, anılarım, inançlarım var
Kendine gülümseyen bir halim olsa da
İçin için akan gözyaşlarım var”*
Ve son bulmasıyla, bunca karanlığın içinde göz kırpan bir minicik
yıldız kaydı gitti benim açımdan. O yüzden biten sadece bir dizi değil benim
gözümde, hayatımda güzel bir dönem sona erdi. Eminim ki çok daha güzelleri de
olacak, çünkü “Tam ‘Bu son, bitti, buradan
sonra mutlu olamayacağız.’ dediğimiz anda, işte hayatın mucizesi, aşkın
mucizesi tam da o anda başlıyormuş.” Çizilen temiz dünyaya dair umutlarım,
inançlarım da baki ve elimde bir sürü güzel anı var. Fakat insan evladıyım
neticede, açgözlülük ruhumda var ve hayalini bile kuramayacağım yeni “şahane an”larımız
olmayacağı için de, için için üzülüyorum. Okul çocukları, pürtelaş insanlar,
penceremdeki meraklı rüzgar için hayat hiçbir şey olmamış gibi devam edecek
olsa da gidiyorsun Kiralık Aşk,
gidiyorsunuz Defne ve Ömer, beni bana bırakıp…
“Artık bir derin sızıdır
Bize bizden kalan
İçimizde saklanan”*
Yazı devam ediyor.