Utanır insan, İstanbul'dan güzel olunur mu?
Başta İstanbul şahit bu aşka...
Tarihinde nice aşıklara ev sahipliği yapan, uğruna bir sürü şiirler şarkılar yazılan, yedi tepeli şehir koca İstanbul... Trafiğine, kargaşasına, gürültüsüne ve tüm kaosuna rağmen aşık olduğum, sevdaların şehri İstanbul. Necip Fazıl Kısakürek'in de dediği gibi, güleni şöyle dursun, ağlayanı bile bahtiyar olan İstanbul! 

Benim İstanbul'dan başka ait olduğum bir yer yok sevgili okur. Kurtuluş Savaşı'na katılan büyük dedem, Cumhuriyet'in ilanıyla beraber, büyük babaannemle İstanbul'a yerleşmiş ve burada bir düzen kurmuşlar. Hatta, soyadı kanunu yürürlüğe girdikten sonra, "Pamuk" soyadını alma hikayemiz de, büyük babaannemin ten renginin ve başındaki başörtüsünün bembeyaz olmasına dayanmaktadır. Ona, "Pamuk Anne" demişler ve bu soyadı, bir gün Kadıköy'de dünyaya gelen bana kadar uzanmaktadır işte. 

"Nerelisin?" sorusuna, "İstanbul" cevabı vermek pek kabul görülmez, ardından muhakkak, "Tamam da nerelisin, baban nereli?" şeklinde bir soru gelir genelde. İstanbullu'yum arkadaşım, ben mi istedim böyle olmasını? İstanbul'da doğup büyüdüğüm için değil, gerçekten köklerim burada olduğu için böyle söylüyorum çünkü. Hatta hiç böyle söylemek istemezdim sevgili dostlar, bana sorsalar bir memleketim olsun isterdim açıkçası. Çünkü aynı Defne gibi hissediyorum. Tüm bunları da bu yüzden anlattım ya zaten. 

Herhangi bir şehre ait olabilirsiniz sanki İstanbul dışında. Dahası, o şehir sizinmiş gibi hissedebilirsiniz de fazlasıyla. Orada doğup büyümediyseniz bile, sokaklarından geçtiğinizde "Buralar benim!" diye düşünebilirsiniz. Oysa İstanbul öyle değildir. İstanbul evrensel bir şehirdir. Fatih'in fethettiği şehri sahiplenme hakkını kendinizde bulamazsınız belki de. Ne sokaklar sizindir, ne yollar, ne denizler ne de binalar. Yabancıdır İstanbul'da herkes birbirine. Belli bir semtten çıktıktan sonra, kimse tanımaz birbirini. Ve eğer yalnızsanız bu şehirde, ıssızdır İstanbul. 

Ailenizden, arkadaşlarınızdan ya da sevgilinizden, eşinizden, hatta çocuklarınızdan, torunlarınızdan söz etmiyorum sevgili dostlar! İstanbul aşkın şehridir demeye getiriyorum sözü. Nefesinizi kesen, aklınızı başınızdan alan, eşsiz manzarasını seyretmenizle ya da boğazın dünyanın hiçbir yerinde bulamayacağınız kokusunu içinize çekmenizle, tüm bunları aşıkken yapmanız arasındaki farklılıklardan bahsediyorum sadece. Size üçüncü bir göz ilave eden aşk, söz konusu İstanbul'u da öyle bir değiştirir ki, inanamazsınız. 

Eski Türk filmlerinden hatırlarsınız, İstanbul'a ayak basan insanların, unutulmaz repliğidir. Haydarpaşa Garı'na gelip, trenden İstanbul'un kara parçalarına ayak basan insanlar, "Ulan İstanbul? Sen mi büyüksün, ben mi?" diye sorarlar. Küçük şehirlerden gelen insanları korkutur İstanbul. Çünkü, yüzölçümü olarak ne kadar ufak dursa da, o kadar kalabalıktır ki, içinde her şeyi yaşamanız mümkündür hissi verir size. 

Manisa'dan kalkıp gelen Defne için de aynı durum geçerliydi aslında. İstanbul'un en güzel ilçelerinden biri olan Sarıyer'de, onları terk edip giden babalarına inat, annesi, anneannesi ve kardeşleriyle bir hayat kurmaktı dilediği. Oysa İstanbul, geldiği ilk haftada annesini koparmıştı ondan. Yani onu pek de güzel karşıladığı söylenemezdi İstanbul'un. Daha sonra bir bir hayallerini elinden almaya başlamıştı İstanbul. Yine de direniyordu Defne, masallara inanmaktan vazgeçmiyordu. İyi de yapıyordu. Çünkü, henüz bilmiyordu, İstanbul belki de hiçbir zaman unutulamayacak, son yılların en güzel aşkına, yani Ömer ile Defne'sinin aşklarına ev sahipliği yapacaktı. 


Şahane bir an yaşayıncaya kadar geçen zamanın, hiçbir şey olduğunu, bu görsele bir kaç saniye bakınca anlıyorsunuz. ^^

Yağmurlu bir günde, Ömer'le Defne'nin birbirlerini teğet geçmelerine sebep olan kader, İstanbul'un bir köşe başına yazmıştı ikisinin adını. Daha sonra, bir deniz kenarında, soğuk ve karlı bir kış günü hatırlatmıştı İstanbul bizlere, onların birbirlerinin kaderi olduklarını. Yıllar geçmeliydi, doğru zaman gelmeliydi ve mevsimlerden muhakkak yaz olmalıydı. Çünkü, bilinenin aksine İstanbul yazın da çok güzeldir sevgili dostlar! Sıcaktır, nemlidir falan ama bir başkadır bakmasını bilene. Hatta sizi hemen ikna da edebilirim bu düşünceme. İstanbul sıcağında, yazın ortasında, bir plazadaki ofis ortamında geçen Kiralık Aşk'a vurulup, onu, buram buram deniz, kum, güneş kokan diğer yaz dizilerine tercih etmedik mi? İşbu sebepten dolayı bana güvenin, yazın da güzeldir İstanbul, sevgili dostlar! 

Defne'nin hayal kırıklıklarıyla dolu arkasında bıraktığı, yaklaşık otuz senelik bir hayatı var. Öyle ki, hep küçük küçük hayaller biriktirmiş heybesinde. İstanbul, kimseye ait olmadığı gibi ona da ait değil. Dünyanın belki en basit şeylerinden birisi istediği: o binanın tepesine çıkmak ve İstanbul'u ayaklarının altına alıp izlemek! Ama işte bazı hayaller vardır ki sevgili okur, ne kadar "basit" gözükseler bile, bazı insanların o hayali gerçekleştirebilmesi çok zordur. 

Defne, genelde hayatın sillesini yiyenlerden olmuş hep. Kaç paradır bir tap dance ayakkabısı? Annesi, "Alacağım." diye söz verip gitmiş işte. Kolay mıdır tasarım sınavını birincilikle kazanmak? Bir garson maaşına, ailesinin ihtiyacı varmış işte. Kaç para bir babet? Maaşı yatmadan bir babete para veremeyecek kadar zor durumlardan geçti işte. Çok mu zordur o binanın en tepesine çıkmak? Cebinde paran yoksa, bu şehirde hiçkimse olabiliyorsun işte. Tüm bunlara rağmen, Defne'nin "Olsun canım, dünyanın sonu değil ya" diyebilmesi ve sanki böyle bir şey istemiyormuş gibi yaşayabilmesi de en sevdiğim özelliğidir işte! 

Yazı devam ediyor...

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER